artwork

İsmail Abi “Hooop!”

12 yıl önce

1

Sosyal medya tembelleştiriyor. Kolay erişebilmek tembelliği de beraberinde getiriyor.

Bu tembellik ortamında birinin bize Hooop! diye seslenip iletişim kurması yeterli mi?

Türkiye’de çok sevilen ve hemen her bölümü Twitter’da dünya TT (Trending Topic) listesine giren “Leyla ile Mecnun” dizisinde iki ana karakter Mecnun ve İsmail Abi her bölümde deniz kenarına gelir ve belli bir mesafede birbirlerine bağırarak iletişim kurarlar. Akla ilk gelen neden birbirlerine yaklaşıp rahatça konuşmak yerine uzaktan bağırıyorlar sorusunun cevabı gayet basittir; üşendikleri için. Sahile kadar gelmeye üşenmeyip iki adım atmaya üşenen adamlar. Bu tembellik hali nasıl açıklanabilir? Duruma özel bir tutum olmadığı açık. Kolay erişebilmek sonrasındaki basit adıma fırsat bırakmıyor ve tembelliği de beraberinde getiriyor olabilir. Toplumsal duyarlılık gerektiren olaylarda bile bir tweet’i retweet etmek, sosyal sorumluluk projesine online imza vermek ya da Facebook’ta ‘beğen’i tıklamak kendimizi aktif, faydalı hissetmek için yeterlidir belki de. Bu da Mecnun ve İsmail Abi örneğindeki gibi işini uzaktan görme hali bir nevi. Peki bu tembellik hali nedir?

Dünya tarihinde hiçbir dönem bu kadar performans odaklı yaşanmamıştır. Her şey iyi, hızlı ve verimli olmak zorunda. Her şeyi daha hızlı ister olduk artık; internete daha hızlı bağlanalım, daha hızlı harekete geçelim, bir şey isteyelim ve hemen gerçekleşsin, daha hızlı bir şeylerden vazgeçelim. Zaman kaybına artık tahammülü yok kimsenin. Hız, tüketim alışkanlıklarını da değiştiriyor. Herşeye kolayca ulaşabiliyor olmak hayatı hızlandırıyor ve mecburi bir uyum içine sokuyor. Hayatın her alanında bir nevi yenilik bağımlılığı yaşanıyor. Yenilik büyük heyecanla bekleniyor, hemen tüketiliyor ve diğeri beklenilmeye başlanıyor. Dünyada milyonlarca insan iskelede bir sonraki yenilik gemisini bekliyor sanki. İnsanlığın yeni oyun alanı sosyal medya işte bu iskele. Konuyu irdelemeden önce Brian Solis’in şu tespitini akılda tutmakta fayda var; “Sosyal medya teknoloji değil sosyolojiyle ilgilidir.” Yeniye ve değişime olan ilgi ve uyuma bu taraftan bakmak gerekir.

Zaman ve enerji kullanımı

Sosyal medyadaki araçlar kuşkusuz belli bir ihtiyaç üzerine keşfedilmemiş olsa da artık gündelik hayatın bir parçası ve belli bir kesim için ihtiyaçtan da ötesi. Her gittiği yerde check-in olan, mayorluktan (aslında bildiğimiz muhtarlık) mayorluğa koşanlar, her yaptığını paylaşanlar, yorum yapmadan duramayanlar, markaların en sevdiği takipçiler. Lakin 24 saat içinde insanın ayırabileceği zaman belli. Facebook’a insanların günde 50 dakikadan fazla zaman ayırdıkları düşünülürse, her yeni araç için ayrı zaman üretebilecek durum olmadığına göre belli bir süre sonra yenilerin eskilerin yerini alması doğal. Bir Facebook sayfası ‘like’ edildikten sonra takipçilerin büyük çoğunluğu o sayfaya bir daha gitmiyor. Facebook’ta girilen içeriğin sadece yüzde 17’si takipçilere ulaşıyor ve bir içeriğin ömrü ortalama 3 saat. Sevdiğim marka bu aralar ne yapıyor diye sayfasına gidenlerin sayısı yok denecek kadar az.

Herkes birbirini ‘duvar’ından takip ediyor. Çevremiz hakkında malumat sahibi olmak için bu yeterli çünkü o kadar çok işimiz var ki sırada bekleyen, enerjimizi verimli kullanmamız lazım.

Facebook yorgunluğu

Her şey daha hızlı ve ayak uydurmaya çalışmak, yorgunluğu da beraberinde getiriyor. Psikoloji literatürüne girmiş “Facebook yorgunluğu” diye bir kavram var artık. İnsanlar yeni bir sosyal ağa katılmaktan yoruldular. Arkadaşlarını ve bağlantılarını yeni ağa tekrar kaydetmeye üşeniyorlar. Yeni bir platform için içerik girmek, tasarlamak zor geliyor. Ve galiba sosyal medya yorgunluğunun en önemli belirtilerinden biri insanlar birşeyler yapıp sonuç alamadıklarını düşünmeleri. Artık tekrara düştüklerine inanıyorlar. Son GlobalWebIndex araştırmasında da görüldüğü üzere özellikle belli bir doygunluğun görüldüğü ülkelerde etkileşim oranlarındaki gerileme yukarıda bahsi geçen yorgunluk belirtilerine dayandırılıyor. Aslında bununla ilgili basit bir test yapabiliriz. Kullandığınız herhangi bir sosyal medya platformunda son girdiğiniz post’lara, paylaştıklarınıza bir bakın. Bahsettiğiniz şeyler başkaları için ne kadar enteresan? Herkesin konuştuğunu konuşuyor gibi hissediyor musunuz? Ya da kendinize ait bir hikaye var mı anlattığınız? Bu sorular markalar için de aynen geçerli, öncelik takipçilerin beklentisini anlamak olmalı. Katıldığım son SXSW’de akılda kalan en güzel lafı Walt Disney’in bir yöneticisi söylemişti; “30 milyon takipçimiz var ama ne yapacağımızı hiç bilmiyoruz.”

Müşterinin beklentisi

Markaların takip edilmesinin en önemli sebebi indirim, yarışma, çekiliş gibi duyurulardan haberdar olmak. Markalar arkadaş olmaya, sürekli etkileşime çalışıyorlar ama müşteri de beklenti içinde. Arkadaş olarak eklediğin annenin, kardeşinin, kuzeninin, okul ya da iş arkadaşlarının yanında markaların da arkadaş olmaya çalışması takipçileri yoruyor olabilir. Belki de Baudriallard’ın harika tanımladığı gibi iletişimin apaçık, mahremiyeti yok eden, görünürden daha da görünür hale gelen uyuşturucu hali sosyal medya kullanıcıları için belirli bir süre sonunda yorgunluğa sebebiyet veriyor olabilir. Sosyal medyada markaları insanileştirme çabası, bedeni olmayan bir sesin iletişim kurmaya çalışmasına benzer ki takipçiler bunu samimi bulmuyor da olabilir. Facebook’ta bir dilim pasta fotoğrafı için, arkadaşınızın evlilik üzerine paylaştığı bir cümle ya da yüz binlerce insanın dahil olduğu bir sosyal sorumluluk projesi için sadece ‘like’ yaparak reaksiyon gösterebiliyor olmak insanlara biraz eksik geliyor ve bu da sıkıyor olabilir. Sosyal medyayı arkadaşlarıyla iletişim için kullananlarda ticarileşmesinden şikayetçiler.

Tüm araçları Facebook ya da Google + üzerinden takip edebilmek de pek birşey ifade etmiyor çünkü istatistiki verilerden ziyade “konuşulmak” her markanın rüyası. Ama bu da yeterli değil aslında. Markalar önce takipçi artırmak derdindeydiler, şimdilerde etkileşimin peşindeler ama asıl önemlisi markanın bir nevi avukatlarına sahip olabilmesi. Facebook’ta sayfası olan yüzbinlerce markanın yakalayabildiği etkileşim oranının dünyada yüzde 1 civarında olduğu düşünülürse yapılacak çok iş var ve takipçilerini zorlamadan iletişim kurabilen markalar için büyük fırsat demektir.

Bilgi yerine malumat

Edward De Bono geçenlerde sosyal medyanın tehlikelerine dikkat çekti fakat fazla itibar görmedi. De Bono’ya göre sosyal medya tembelleştiriyor. Yeterince fazla bilgi aldığımızı düşünüyor ve düşünmeye, kendimize ait fikirlere ihtiyaç duymuyoruz.

Fikirleri başkalarından alırız, dataya bakmamıza gerek yok, başkaları ne demiş bunu görmemiz yeterli. Aslında bilgiden ziyade malumat sahibi oluyoruz denebilir. Her kanaldan enformasyon bombardımanına tutulan zihinlerin yeni şeyler üretebilmesi zor. Belki de bu yüzden çevremizdeki insanların çoğu yeni projelerini hep sosyal medya ve e-ticaret odaklı düşünüyor. İnternette geçirilen zamanda çıkan fikirlerin internet üzerine olması da gayet doğal lakin kısıtladığını düşünenlerin sayısı da az değil. Yeni iletişim vasıtaları çıkmaya devam edecek kuşkusuz. Biz de her yeni olana heyecanla başlayıp belki bir süre sonra bırakacağız ya da ana kanalımıza ekleyeceğiz. Belki de bu beklenti, tüm ihtiyaçlarımızı karşılayacak o kusursuz araç içindir. Peki ya matrix sosyal medyada gizliyse?… Bu tembellik ortamında birinin bize “Hooop!” diye seslenip iletişim kurması yeterli mi yoksa? Belki de en büyük illüzyon budur.

Serdar Ekrem Şirin 
THY Reklam Müdürü

———————————————————————-

Serdar Ekrem Şirin kimdir?

Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü mezunu. Doktora Öğrencisi. Foursense Int. Londra’da 4 yıl yönetici olarak çalıştı.
Türk Hava Yolları’nda çeşitli pozisyonlarda kariyerine devam etti.
Reklam Müdürü olarak görevine devam etmekte olup en son M&M Global tarafından “Dünyada Yılın Pazarlamacısı” seçilmiştir.

 

 

[arrowlist]

  • Bu yazı Campaign Türkiye’nin Mayıs sayısında yayınlanmıştır.

[/arrowlist]