artwork

Hayâllere koşup gerçeklerle yaşamak…

3 yıl önce

0

Idea Teknoloji Çözümleri’nde proje yöneticisi olarak çalıştıktan sonra 2017 yılında Londra’ya yerleşip Gumtree’de Technical Campaign Manager olarak iş hayatına devam eden Sıtkı Gölet, yurt dışında yaşamaya nasıl karar verdiğini, çalışma kültürü ve sosyal yaşam açısından ne gibi farklılıklarla karşılaştığını anlattı.

1984’te Almanya, Krefeld’de doğdum. Biraz klasik bir hikaye; annem ve babam 1979 yılında Türkiye’nin içinden geçtiği zorluklar ve babamın da Almanca öğretmeni olması nedeniyle, Almanya’ya göç etmişler. “Tarih tekerrürden ibaret” derler, sanırım Türkiye için bu, fazlasıyla doğru. Çünkü Türkiye belirli dönemlerde sürekli olarak belirli zorluklardan geçen bir ülke.

Ailemin bu macerası yaklaşık olarak 8 yıl sürmüş ve ben 2 yaşımdayken Türkiye’ye dönüş kararı almışlar. Bu nedenle Almanya’ya ilişkin hiçbir fikrim ve anım olmasa da dinlediğim hikayeler ve bebekliğime dair gördüğüm tüm fotoğraflarda bir Almanya hikayesi var. Belki bu yüzden, “yurt dışı çok iyi, tüm güzellikler orada yaşanıyor” gibi bir kalıp yerleşmis. Sanırım kendi yurt dışı maceramın başlamasında tetikleyici faktör de bu oldu.

Tüm öğrenim hayatımı İstanbul’da geçirdim. Bölümüm farklı olmasına rağmen üniversite yıllarımda yazılımla tanıştım ve kariyerime bu yönde devam etmek için çeşitli eğitimler ve sertifikalar aldım. Üniversite 3’ün sonu itibarıyla da bir yazılım şirketinde junior developer olarak çalışmaya başladım. Kendimi geliştirmeye başlamamın hemen ardından “ben bu işi yurt dışında yapabilirim” fikri olgunlaşmaya başladı. Hepimizin bildiği üzere yazılımcıların kazancı açısından Türkiye ile Avrupa, Amerika ya da Kanada arasında büyük farklar var. Hedefim okuldan mezun olur olmaz o zamanki kız arkadaşım şimdiki eşimle beraber yurt dışına yerleşmekti; ama işler böyle olmadı.

2008 yılında mezun oldum. Evlilik, iş basamaklarında atılan adımlar ve hatta çocuk derken, yaşım artık 32 olmuştu. İş hayatımdan da özel hayatımdan da oldukça memnundum. Ancak Türkiye’nin bir türlü düzelmeyen ve hatta her adımda daha da kötüye giden durumu beni oldukça endişelendiriyordu. Aslında kendim için değil de daha çok kızım ve onun geleceği için endişeleniyordum. Ben, tam bu duygular içerisindeyken, 15 Temmuz süreci yaşandı. Benim değerlendirmeme göre artık iş, artık siyasi bir sorun olmaktan çok öteye geçmişti. Bundan sonraki yakın ya da uzak geleceği artık oldukça karanlık göruyordum ve 16 Temmuz sabahı artık farklı arayışlara yönelmenin zamanının geldiğine karar verdim.

Hızlıca alternatifleri değerlendirme sürecim başladı. Gidilebilecek farklı ülkeleri, oradaki yaşam standartlarını araştırıp alternatif leri üçe indirdim; Kanada, Amerika ve İngiltere. Bu üç ülkenin de kendine özgü artıları ve eksileri vardı. Ama temel konu; hangisinde sürecin daha hızlı ilerleyeceğiydi.

Bu noktada İngiltere ön plana çıkıyordu; çünkü Ankara Anlaşması ya da ECAA olarak bilinen bir fırsat vardı. Kendi şirketinizi kuruyor ve bu şirket üzerinden müşteri bularak ilerliyordunuz. Evrakların hazırlanması, eşimin kısmen de olsa ikna edilmesi, başvuru süreci vs derken 2017 Ağustos itibarıyla Londra’ya; yani hayâllerime kavuşmuştum. En azından öyle zannediyordum.

Benim için süreç psikolojik olarak oldukça zor başladı, çünkü eşim ve kızım henüz Londra’ya gelmemişlerdi. Hızlıca müşteri bulmam ve buradaki düzeni kurmam gerekiyordu. Müşteri bulma sürecim çok uzamadı; yaklaşık 2-3 ay içerisinde çalışmaya başladım. İlk başlarda yabancı bir ortamda olmak, toplantılara katılmak, bazen trenle, bazen bisikletle işe gitmek son derece keyifli geliyordu. Çok uluslu bir şirkette çalışmam nedeniyle Türkiye’de hayâl bile edemeyeceğim bir ortamda bulunmak gerçekten çok farklı bir deneyimdi.

Ancak zaman geçtikçe bu rutine alışmaya başladım ve sonraki süreçte otomatik olarak Türkiye’deki ortamım ve yaptığım işle Londra’yı kıyaslamaya başladım. Türkiye’de proje yöneticisi olarak çalısıyordum. Londra’da ise kariyerimin başındaki gibi klasik bir yazılımcıya dönüşmüştüm. Ve bu da bir süre sonra beni tatmin etmemeye başladı. Evet, daha az mesaili ve çok daha az stresli bir ortamda calışıyordum ama yaptığım işten tatmin olmuyordum. Girdiğim toplantıları, aldığım sorumluluğu kısacası eskiden yaptığım işleri özlemeye başlamıştım. Bir de en büyük etkenlerden biri çalışma ortamıydı. Evet. çok kültürlü – neredeyse 6 farklı dilin konuşulduğu – bir ortamdaydım; ama Türkiye’nin o sonsuz geyik ortamını özlüyordum. Aynı dili konuşabildiğim ve aynı kültürden geldiğim insanlarla bir arada olmanın ne kadar önemli olduğunu ilk 6 ay içerisinde anlamıştım. Bir İngiliz’in bir saat boyunca kriket, sonraki bir saat boyunca da köpeğinden bahsetmesi son derece sıkıcı olabiliyor.

Çalışma kültürü noktasında da çok büyük farklılıklar vardı: Örneğin; Türkiye’deki toplantılar son derece hararetli geçer, uyulması gereken deadline’lar nedeniyle sürekli bir stres vardır. Ama Londra’da strese hayatınızda yer yoktur. Proje planları yapılır, buna uyum sağlanamazsa bu planlar yeniden revize edilir.

Sosyal hayat için ise şunları söyleyebilirim: Londra birçok kültürü bir arada barındıran, çoğunlukla herkesin birbirine son derece saygılı olduğu, kendinizi güvende ve huzurlu hissettiğiniz bir yer. Parklari efsanedir, pub’ları çok güzeldir ama ben her pub’a gittiğimde ister yabancı arkadaşlarla, ister Türklerle hep aynı şeyi hissettim: “Ahh şimdi bir meyhanede rakı içiyor olsam…”

Zaman zaman bu çok kültürlülük hissi beni biraz yersiz yurtsuz hissettirdi. Aidiyet duygusu yüksek bir insan olduğum için de bu konuda zorluklar yasamış olabilirim. Sonuçta 30 yılı aşkın bir süre tek bir şehirde yaşıyorsunuz ve bazı alışkanlıklarınız, keyif aldığınız ve tabii ki nefret ettiğiniz şeyler oluyor. Ama gurbetteyken aklınıza kötü şeyler değil, güzel anılarınız geliyor.

Değinilebilecek bir diğer konu ise gündelik hayatta karşılaşabildiğiniz ırkçılık diyebilirim. Burada bahsettiğim ırkçılık eşitler arasında bazı grupların daha eşit olması durumu. Burada bütün insanlar eşittir, ama İngilizler kendi aralarında biraz daha eşittir… Ve siz ne olursa olsun onların gözünde bir göçmensiniz.

Ben şu anda yurt dışında yaşama mücadelemi biraz ekonomik, biraz da gelecek kaygıları nedeniyle sürdürüyorum. Ama ömür boyu yurt dışında kalmayı kesinlikle düşünmüyorum. Ait olmadığımı hissettiğim bir yerde yaşamak benim için uygun bir yaşam formu değil.

Yurt dışında yaşam ve oraya adaptasyon tamamen kişisel bir konu. Ben, bu noktada üç tip insan profili gördüm: Birinci grup; gelip buraya adapte olup gayet mutlu yaşayanlar. İkinci grup; adapte olamayanlar. Ve üçüncü grup da kendini adapte olmaya zorlayıp mutlu olduğuna inandırmaya çalışanlar… Tüm tecrübelerimden yola çıkarak şunu söyleyebilirim: Türkiye çok güzel bir ülke, değerini sonuna kadar bilmemiz gerekiyor. Unutmamamız gereken en önemli nokta; öyle ya da böyle onu biz bu hale getirdik ve yine biz bu durumu düzeltebiliriz. Türkiye, ne düşündüğümüz kadar kötü bir ülke ne de diğer ülkeler sandığımız kadar cennetten bir köşe…

 

 

Bu yazı ilk kez Campaign Türkiye’nin 107. sayısında yayımlandı.