artwork

Barcelona’ya aşık oldum!

5 ay önce

0

Freelance Grafik Tasarımcı & İllüstratör olarak çalışan Doğa Can Ertürk, İstanbul’dan Barcelona’ya uzanan yolculuğuna nasıl çıktığını, hangi bariyerlerle karşılaştığını ve ulaştığı noktadan geri adım atmamak için verdiği mücadeleyi anlatıyor.

Küçüklüğümden beri yolumu deneme yanılma yoluyla çizdim. Ailem hep farklı şeyler denememi destekledi. Her zaman görsel sanatlar, sinema ve müziğe ilgim vardı. Ortaokulda illüstrasyonlar yapmaya başladım. Lisede Sinema ve TV okuyacağımdan emindim, tüm hazırlıklarımı öyle yapıyordum ama sonra kendimi İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Görsel İletişim Tasarımı okurken buldum. Okurken tasarıma olan ilgim de arttı.

Okul bitince İstanbul’da grafik tasarımcı ve freelance illüstratör olarak çalışmaya başladım. Deneyimlerimin çok olumlu olduğunu söyleyemeyeceğim çünkü günümüz Türkiye’si yeni mezunlar için çok da umut dolu bir yer sayılmaz. İşverenler, gençlerin deneyime ihtiyacı olduğunu bildiği için çoğunlukla bu durumdan yararlanmaya çalışıyor. Bitmek bilmeyen deneme süreleri, güvencesiz çalıştırma girişimleri, “esnek” mesai saatleri derken iş hayatına daha alışamadan çalışmaktan bıkıyorsunuz. En kötüsü de sektörde yerleşik olan “bu meslek böyle yapılır” algısı. Tasarımcılık deneyimim çok eğlenceli olmasa da çocuk kitabı illüstratörü deneyimim bunun tam tersi oldu. TUDEM ve Ayrıntı ile çalışırken sağlıklı ve herkesin birbirine saygı duyduğu bir iş ortamı nasıl olur görme fırsatım oldu. Yayınevlerinin net sınırlarının olması diğer işlerdeki belirsizlik hallerinden sonra bana çok rahatlatıcı geldi.

Böyle anlatınca ülkeden ayrılmamın tek sebebi iş ortamıymış gibi geliyor kulağa ama daha genel bir iç sıkıntısı söz konusuydu aslında. İstanbul yaşanması kolay bir şehir değil, üzerine ülkeye dair umutların da azaldığı bir ortam da eklenince beklemenin bir şeyi değiştirmeyeceğini düşündüm. Zaten gelecek kaygılarım da tavan yapmıştı ve ben de eğitimime yurt dışında devam etme kararı aldım. Biliyorum, bu çeşitli sebeplerden dolayı herkesin yapabileceği bir şey değil, o yüzden ailem bana destek olduğu için şanslı olduğumu düşünüyorum.

Barcelona çok güzel bir şehir ama özellikle gelmek istediğim bir yer değildi hatta yurt dışında okumaya ilk karar verdiğimde Talin’deki okullara bakıyordum. Birçok yere başvuru göndermiştim ve o sırada Barcelona Elisava tasarım okulunun editoryal tasarım yüksek lisansına kabul edildiğimin haberi geldi, bir anda bütün planlarım değişti. 2021 Eylül’ünde Barcelona’ya yerleştim. İlk gün eşyalarımı bırakıp yürüyüşe çıktığımda şehre aşık oldum. Biliyorum, burası için herkes böyle şeyler söylüyor ama Barcelona’yı sevmemek için gerçekten çok çaba harcamak gerek. Tasarım ve sanatla bu kadar iç içe bir şehirde yaşamak çok ilham verici. Buraya geleli iki yıl oldu ama her gün yürürken yeni bir şeyler keşfediyorum ve bu bana hala ilk günkü kadar mutluluk veriyor. Defterimi ve kameramı alıp saatlerce insanları ve şehri izleyebilirim gibi hissediyorum.

Burası beni bir tasarımcı olarak da çok geliştirdi. Okul sayesinde de farklı yerlerden gelen birçok tasarımcıyla çalışma şansı yakaladım ve çok şey öğrendim.

Okumak için İstanbul’a gelene kadar da hayatımın büyük kısmı Silifke’de geçmişti. Silifke küçük ve sakin bir kasaba, diğer taraftan İstanbul aşırı kaotik, kontrolsüz bir şehir. Hep, bu ikisinin arası bir yerde yaşasam daha mutlu olacağım galiba diye düşünürdüm. Barcelona bu açıdan aradığımı bulduğum bir yer oldu.

Burayı sevmemin diğer nedenlerinden biri de Avrupa’daki çalışma kültürü. İspanyollar da bu açıdan farklı değil. Türkiye’nin aksine mesai saatlerine çok dikkat ediyorlar. İş hayatının dışında da bir hayatınız olduğunun farkındalar, iş ve özel hayat sınırlarının iyi çizilmesi onlar için önemli. Diğer taraftan yaratıcı alanlardaki şirketlerin toksik çalışma alışkanlığının Türkiye ile sınırlı olmadığını da görmüş oldum.

 

Mezun olduktan sonra birbirinden çok farklı iki şirkette staj yaptım. Biri Barcelona’nın hızla büyümekte olan büyük tasarım stüdyolarından birinin prodüksiyon şirketiydi. Buradaki çalışma sürecinde stüdyo ve ajans arasında sıkışıp kalmış bir şirketin dinamiklerini gözlemleme şansım oldu. Büyük bütçeli işler yapıyorlar ve önemli müşterilerle çalışıyorlar, ki bu çok heyecan vericiydi ama yine de çalışanlar yaptıkları işe oranla hem çok az para kazanıyor hem de kreatif özgürlükleri çok sınırlı.

İkinci stajımda daha kurumsal bir uluslararası dil okulunun tasarım ekibine dahil oldum. Başlangıçta bu deneyimin bana tasarım açısından herhangi bir katkısı olmayacağına çok emindim hatta hata mı yapıyorum buraya girerek diye çok düşündüm. İlk zamanlarda benden tek istedikleri PowerPoint sunumlarını düzenlememdi ama sonra farklı sosyal medya projelerinde çalışma ve kendi fikirlerimi ekibe sunma şansım oldu.

Benim için asıl fark yaratan şey sağlıklı çalışma ortamıydı çünkü burası, emeğimin karşılığını aldığımı hissettiğim, fikirlerimi rahatça söyleyebildiğim bir yerdi. Bu yüzden “bu iş bana bir şey katmayacak” diye düşünüp vazgeçmediğim için çok mutluyum. Yaratıcılık açısından gelişmenin yanı sıra farklı iş ortamları deneyimlemek de çok önemliymiş, bunu anlamış oldum.

Gördüğüm ve çok hayret ettiğim başka bir şey ise herkesin iş hayatının dışında bambaşka şeylerle uğraştığı ikinci bir hayatının olması. İnsanlar mesaileri bittiği gibi kişisel projelerine, ilgi alanlarına odaklanıyor, iş stresinin onları yiyip bitirmesine izin vermiyor. Yani hayatları, para kazandıkları işlerinden ibaret değil.

Çalışma arkadaşlarım arasında ofiste yaptıkları işlerden bağımsız illüstratörler, DJ’ler, jazz şarkıcıları, çömlek sanatçıları, fotoğrafçılar ve daha pek çok farklı işlerle uğraşanlar vardı. Burada iş hayatının insanın kimliğini yutup yok etmiyor olması sanırım beni en çok etkileyen şey oldu.

Bu yazının benim gibi kariyerinin başında olup Türkiye’de gelecek göremeyenlere bir fikir vermesini istediğim için biraz da buradaki zorluklardan bahsetmek istiyorum. Evet, iş ortamı daha huzurlu, kendinize vakit ayırabiliyorsunuz ve Barcelona mükemmel bir şehir ancak vize, oturma izni, kalacak yer bulmak gibi sorunlar ilk seneler asla peşinizi bırakmıyor.

İstanbul’dan buraya gelince kariyerime burada sil baştan başlamam gerekti, var olan bağlantılarım sessizce silindi. Aynı zamanda AB vatandaşı olmadığım için karşıma sürekli çeşitli bürokratik dertler çıkıyor. Bir yandan da kariyerimi istediğim yönde ilerletebilecek miyim, tasarımcı olarak yeteneklerimi kullanabildiğim bir işte çalışabilecek miyim gibi endişelerim devam ediyor.

Stajlarımı tamamladığım için şu an freelance olarak ufak tefek işler yapıyorum ama bunlar geçinmeye yetmiyor. “Nasıl geçiniyorsun?” diyecekler için hemen söyleyeyim; çocuk bakıyorum, yemek yapıyorum, yeri geliyor köpek gezdiriyorum, kedi bakıyorum.

Çok yorulduğum günlerde otobüste giderken şimdi elimi bırakıp yere düşsem ne olur diye düşünüyorum ama bu çok uzun sürmüyor. Bugün yaptıklarım gelecekteki Doğa için bir çeşit yatırım, ayrıca bütün bu işlerde çalışırken pek çok ilginç insanla tanışıyorum.

Sonuç olarak, öyle ya da böyle gelecek kaygısı devam ediyor ama sanırım bu insan olmanın bir parçası artık. Kesinlikle Türkiye’deki kadar umutsuz hissetmediğimi ve seçeneklerimin çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Özet geç derseniz, bütün bunlara değiyor mu? Kesinlikle değiyor.

 

Bu içerik ilk olarak Campaign Türkiye’nin 136. sayısında yayımlandı.