artwork

Bilim ve Sanat Neden Göçer?

2 yıl önce

0

İstanbul’da tanıştığı Amerikalı eşi vesilesiyle Richmond’daki hayatının nasıl başladığını anlatan Homespire Mortgage Tasarım Direktörü Zeynep Hall, iş arama sürecine bazı kaygılarla başlasa da Türkiye’deki güçlü geçmişi sayesinde başarı ile üstesinden geliyor.

İbn-i Sina’ya göre takdir edilmediği için göçmüştür bilim ve sanat insanları. Benim “takdir görmemek” kadar net bir nedenim olmadı hiç. Beni buraya, Amerika’nın Richmond şehrine getiren nedenler birden fazlaydı. O nedenle göçmek isteyenlere, kalamayanlara, henüz görmediği yerlere özlem duyan dostlara verecek dolu dolu tavsiyelerim de yok. Sadece kendi göçüş hikayem var, bir de 10+ yıllık sanat yönetmeni olarak keyifli bir kariyer yolculuğum var paylaşacak.

Birçok meslektaşım gibi ben de kendimi bildim bileli resim çizen, üretmeden duramayan, doğanın tüm güzelliklerini hayranlıkla izleyen bir çocuktum. Fethiye’de başlayıp İstanbul’da devam eden çocukluğum boyunca derslerimde başarılı olduğum için doktor ya da mühendis olmam beklendi. Üniversite ve bölüm tercihi yapma aşaması, sanırım eğitimimin en çetrefilli zamanları idi. Ne doktorluk ne mühendislik ne de güzel sanatlar… Üniversiteye ilk sosyoloji okumaya gittim. Eskişehir Anadolu Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü’nde bir yıl okudum. Bir reklamcı olarak sosyolojiyi tanımanın ve öğrenmeye devam etmenin faydasını hala gördüğümü söyleyebilirim. Üniversitemin güzel sanatlar fakültesinin cazibesi olmasa büyük ihtimalle sosyolojiden mezun olurdum. Anadolu Üniversitesi’ni bilen bilir. Eskişehir’in güzelliğini, bir öğrenci için ne kadar ideal bir şehir olduğunu… Sosyolojiyi ne kadar sevsem de böyle bir şehirde, bu denli harika bir üniversitede sanat okuma hayali ilk altı ayımda iyice tutkuya dönüştü. İkinci yarıyılı ve yaz tatilini güzel sanatlara hazırlanarak geçirdim. Hala inanamasam da ilk denememde yetenek sınavını geçip Anadolu Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Grafik Bölümü öğrencisi oldum. Hayatımın en doğru kararlarından biri! 

Üniversitemden bu kadar uzun bahsetmemin sebeplerinden biri; ülkemizde her şeyin o kadar da kötü olmadığına dikkat çekmek isteyişimdir. İkincisi ise yine güzel üniversitemin imkanları sayesinde ilk yurt dışı deneyimini edinmiş olmamdır. Son senemde Erasmus Programı ile Almanya’ya gidip staj yaptım. Benim için inanılmaz bir deneyimdi fakat hala Türkiye’deki reklam sektörü ile Almanya’dakini kıyaslayacak tecrübede olmadığım için tek yapabildiğim, yaşam tarzlarını kıyaslamak olmuştu. Stajım bitip ülkeye döndüğüm gibi diplomamı da alıp İstanbul’a, Türkiye’de reklamın nabzının attığı şehre döndüm. İstanbul’da reklam ajanslarında öğrenecek daha çok şeyim olduğunu bilmenin heyecanı, mezun olup hayata atılmanın kaygıları derken soluğu Admatters isimli bir reklam ajansında Junior Sanat Yönetmeni olarak aldım. Sony, Philips, Loreal gibi markalar için çalışırken junior ünvanını geride bıraktım. O sırada benim gibi gezmeye, yeni yerler görüp, başka kültürler tanımaya aç olan, kalkıp Amerika’dan İstanbul’a gelmiş, aynı zamanda muhteşem bir müzisyen, kontrbasçı olan eşim, Matt Hall ile tanıştım. Onun sayesinde İstanbul’daki caz camiasını tanıyıp, müzik hakkında pek az şey bildiğimi fark ettim. Bir yıldan biraz uzun bir süre sonra onunla evlenip ilk Amerika ziyaretimi gerçekleştirdim. İstanbul’a dönünce yine reklam sektöründeki serüvenime devam ettim. Bu seferki durağım Brandit Reklam Ajansı oldu. Ağırlıklı olarak ilaç markalarıyla çalıştım, çok yetenekli ve inanılmaz derecede çalışkan bir ekiple çeşitli konkurlar, ödüller kazandık. UCB, Pfizer, Botox gibi markalarla çalışıp hem öğrenip hem fark yaratmanın doyumu ve yoğun çalışma saatlerinin zorluğunu dengeledim. Evet, reklamcılığın gerçeklerinden birisi sayısız gece ve hafta sonu mesaileri. Ben de hepsinden nasibimi aldım. Mesleğime karşı olan tutkum, öğrenme ve yaratma aşkım ile daha uzun yıllar bu işi Türkiye’de sürdürebilirdim belki. Beni ve eşimi Türkiye’yi terk etmeye iten şey bu değildi. Ülkedeki çalkantılı gündem, hızla değişen toplum ve yaşam tarzları bizi 2018 senesinde kalıcı olarak Amerika’ya taşınmaya iteledi. Bir süre de olsa toplumsal yaşamın zorluklarını unutup sadece hayallerimize odaklanabilmenin nasıl bir his olacağını tecrübe etmek istedim. 

Eminim ki eşimin Amerikalı olması, benim İngilizce biliyor olmam buraya taşınma sürecini kolaylaştırdı. Fakat konu, eğitimini alıp yıllarca deneyiminin olduğu mesleği yeni bir ülkede yapmaya gelince işin çoğu kişisel çabaya ve biraz da şansa bakıyor. Daha buraya taşınmadan portfolyomu yeniledim. Buraya gelir gelmez valizlerimi bile tamamen boşaltmadan iş başvurularına başladım. Bu noktaya kadar hiç yabancılık çekmedim, İstanbul’da iş aramakla burada aramak arasında çok fark yoktu. Asıl farklılık iş ilanlarının içeriğini görünce, iş görüşmelerine başlayınca ortaya çıktı. Detaylar, şeffaflık ve kültürel farklılıklar rahatlatırken bir yandan da içimi türlü kaygılar sardı. Haydi onca başvuru arasından beni seçtiler diyelim, acaba adaptasyonum uzun sürecek mi? Ekip dinamiği benim alıştığımdan çok farklı mı? Acaba bilgim ve tecrübem yeterli mi? Peki ya dilim teknik açıdan yeterli mi, aksanım sıkıntı yaratacak mı? Her ne kadar hemen bir reklam ajansında, yaratıcı bir ekipte çalışmak istesem de başvurularımın sonuçlarını beklerken proje bazlı ilanlara da başvurmaya karar verdim. Belki bir şirkette başlamadan ön hazırlık olur, bir yandan da maddi gelirim olur diye düşündüm. Proje bazlı iş başvurularımdan çok daha hızlı geri dönüş elde ettim. Daha ilk ayımda birçok tasarım projesi üretmeye, bağlantılar kurmaya, arkası gelen işler almaya başladım. İlk duyduğum yorumlardan birisi çok kısa sürede, yaratıcı fikirlerle dolu projeler sunmamdı. Oysa geldiğim yerde çok alışılageldik bir hızla çalışıyordum. Derken proje bazlı çalıştığım, 36+ eyalette şubeleri olan, Inc5000 firmalarından Homespire Mortgage beni yarı zamanlı olarak pazarlama bölümüne dahil etmek istedi. Çok kısa sürede yarı zamanlı uzaktan tasarım desteği tam zamanlı uzaktan işe dönüştü. Sonra pandemide tüm ekip home-office çalışmaya başladı. Bu süreçte çabamın ve emeklerimin fark edilip ödüllendirilmesi de sürdü. Tasarım Direktörü olarak iki tasarımcı, bir animatör ve bir yazılımcıdan oluşan dört kişilik ekibi yönetmeye başladım. İşim tasarım desteğinden yaratıcı projeler üretmeye, ekibime liderlik ve koçluk etmeye, komplike projeler yönetmeye dönüştü. 3 yıl gibi kısa bir sürede, pandemi gibi zorlu bir dönemde bile şirketin sağladığı araçlar, dijital platformlar, üst düzey yöneticilerin bitmeyen desteği ve ilgisi ve çabalarımın ödüllendirilmesiyle mesleğimi daha çok sevdim; ekibi geliştirirken kendi profesyonel gelişimimi sürdürmem için beni her zamankinden daha fazla motive etti. Sanırım Türkiye’de çalışmakla burada çalışmak arasındaki en büyük farklardan birisi bu. Çalışan olarak özel hissetmek, ödül mekanizması ve yerinin her an doldurulabileceği kaygısının olmaması… 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu yazı ilk kez Campaign Türkiye’nin 118. sayısında yayımlanmıştır.