artwork

Bediz Eker: “ABD’de Türk olmak bir dezavantaj değil”

5 yıl önce

0

VMLY&R New York Grup Strateji Direktörü Bediz Eker, yurt dışında yaşama kararı almasındaki ana etkenleri, oradaki çalışma koşullarını ve şehrin sunduğu fırsatları anlattı.

Galatasaray Üniversitesi’nde, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünün son sınıfındayken, hocalarımızdan Alexandre Toumarkine tarafından, Fransız Hükümeti’nin verdiği Bourse d’Excellence için başvuruda bulunmaya yönlendirildim. O dönemde favorim, Başar Başarır’ın verdiği Siyasal İletişim dersi olduğu için direkt iletişim yüksek lisansı programlarına başvuruda bulundum. Uluslararası seviyede bir siyasal iletişim danışmanı olup dünyada ılımlı liderlerin seçimleri kazanmasına hizmet etmek ve dünya barışı için çalışmak gibi çocuksu bir hayalle yola çıktım. Fransız Hükümeti yetkililerine inandırıcı gelmiş olmalı ki, beni bu bursa layık gördüler. Sonrasında kabul edildiğim iki yüksek lisans programı arasından Sorbonne’daki akademik ağırlıklı program yerine yine Mösyö Toumarkine’in yönlendirmesiyle Toulouse’daki iş hayatına yönelik programı tercih ettim. Toulouse 1 Capitole Üniversitesi’nin İletişim Yönetimi ve İşletmeciliği yüksek lisans programındaki zorunlu stajım için Jacques Seguela’yla çalışma hayaliyle, HAVAS’a başvurdum ve kabul edildim. Bu vesileyle ilk reklam ajansı deneyimimi bu Fransız network ajansının Avrupa İş Geliştirme departmanında edindim. Zorunlu stajımı uzatıp şirkette çalışmaya devam etmemi istemelerine rağmen kendi kendime çalışma izni almamı istediklerinde kafamın tası attı ve Türkiye’ye dönüp askere gittim. Askerlik dönüşü Türkiye’de siyasal iletişim danışmanlığı yapamayacağıma kanaat getirip uluslararası reklam ajanslarına ve büyük reklamverenlerin pazarlama departmanlarına iş başvurularında bulundum. Son kertede Sabancı Holding ve BBDO’dan teklif aldığımda, maddi şartları daha kötü olmasına rağmen “reklamcılık işini gençken denemek lazım” diyerek ajans dünyasına nispeten daha bilinçli bir şekilde girmiş oldum.

BBDO’da çalıştığım yıllarda en çok emek verdiğim markalar Teknosa, Frito Lay, Erikli ve Karaca’ydı. O dönemde yaptığımız Erikli relansman ve Karaca lansman kampanyalarının kalbimde yeri ayrıdır. Sonrasında Alametifarika’da çalıştığım dönemdeyse, Garanti Bankası için muhteşem bir ekiple çalışma şansını yakaladım. Emrah Karpuzcu, Mert Kunç, Arkın Kahyaoğlu ve Can Çelikbilek gibi hala sektörde en sevdiğim insanlarla, çok eğlenerek onlarca Garanti ve Bonus işine imza attık. Ama en çok ses getiren işlerimizden biri Obama’lı Ekonomik Canlandırma Paketi kampanyası olmuştu. Türkiye’de en uzun süre çalıştığım ve üzerimde en çok emeği olan ajans Y&R, yeni adıyla VMLY&R oldu. Reklamevi’nde çalıştığım 5 buçuk sene zarfında Vodafone, Arçelik, Pierre Cardin, Digiturk, Opet ve tekrar Karaca gibi onlarca markayla çalışıp yüzlerce kampanyanın parçası olma şansını yakaladım. Y&R ve Team Red’de Arzu Ünal liderliğinde Ozan Varışlı, Can Pehlivanlı ve Ayşe Aydın gibi yaratıcı yönetmenlerle çalışma fırsatı buldum. Bu dönemde parçası olmaktan en çok gurur duyduğum işler Pierre Cardin Babalar Günü, Arçelik A.Ş. imaj ve Vodafone Kırmızı Işık kampanyaları oldu.

Yurt dışında çalışma fikri yurt dışına yerleşmeye karar verince ortaya çıktı. Aslında reklamcılığa Fransa’da başladığım için kariyerime yurt dışında devam etme arzum vardı. Ancak sonrasında, Türkiye’de karşıma çıkan güzel insanlar ve doğru ajanslar sayesinde çok büyük başarıların parçası oldum. Kariyerim açısından, “Avrupa’nın En Efektif Ajansı” unvanını kazandığımız VMLY&R’da stratejik planlama departmanını yönettikten sonra beni daha zorlayacak bir pazarda kendimi geliştirmek istedim. Ancak yurt dışına yerleşme kararımı tetikleyen, benim kariyer hedeflerimden ziyade çocuğumun geleceği ve ailemin huzuru oldu. Türkiye’deki eğitim sisteminin durumu yüzünden çocuğumuzu yurt dışında yetiştirmek istedik. 2016’da yaşanan Atatürk Havaalanı saldırı gecesinde yurt dışına CV göndermeye başladım.

Özellikle VMLY&R’daki başarılarımız sayesinde, çok iyi headhunter’ların ilgisini çektim ve önüme güzel fırsatlar çıkardılar. Farklı ajansların Singapur, Shanghai, Sydney, Melbourne, San Francisco ve New York ofislerinden teklifler aldım. Ancak sonunda parçası olduğum network içinde kalmak istedim. New York’u tercih etmemiz de ailece verdiğimiz bir karardı. Yoğun çalışacağımın açık olduğu bir dönemde, eşimin çevresinde yakın arkadaşları olsun istedik. Bir de yolum, reklamcılığın kalbinin attığı Madison Avenue’den mutlaka geçmeliydi. Bu kadar önemli bir kararı vermeden önce sektörden saygı duyduğum büyüklerimin ve dostlarımın aklına sıkça başvurdum. Ayrıca VMLY&R ve WPP yöneticilerini de süreç boyunca şeffaf bir biçimde bilgilendirdim.

2017 Kasım’ından bu yana VMLY&R’ın New York ofisinde Grup Strateji Direktörü olarak çalışıyorum. Türkiye’de yaptığım geleneksel marka stratejisi planlama yanında dijital kanalların planlama süreçlerini de yönetiyorum. Ancak pazarın büyüklüğünden dolayı burada çok daha az sayıda markayla çok daha büyük bütçelere yön veriyoruz. Ayrıca global projeler de genelde New York’tan yönetildiği için holding seviyesindeki global konkurlarda da uluslararası sorumluluklar üstleniyorum. New York kültürel çeşitliliğin en yüksek seviyede olduğu yerlerden biri olduğu için Türk olmak herhangi bir dezavantaj teşkil etmiyor. Bilakis, Avrupa’ya nazaran çok daha az Türk olduğundan insanların daha çok ilgisini çekiyor.

Frank Sinatra’nın “New York’ta başarılı olabilirsen her yerde başarılı olursun” şarkı sözleri kulaklarda devamlı çınlıyor. İnanılmaz agresif bir yetenek havuzuna sahip ve hızına ayak uydurması oldukça güç bir şehir. Birlikte çalıştığınız insanların çoğu ya bu zorlu ortamda basamakları tırmanmış ya da geldiği yerde büyük başarılara imza atıp buraya transfer olmuş. Geçenlerde birlikte çalıştığımız araştırma ekibindeki en üst düzey olmayan biri bile Tony Blair’in danışmanı çıktı. Dolayısıyla ilk başta, New York adamın egosunu ayaklar altına alıveriyor. Herkes çok çok çok çalışıyor ve inanılmaz bir iş disiplinine sahip. Öyle sabah 10’da gelip Türk kahvesiyle sigara tüttürdükten sonra iş başına geçmek ve 2 saat çalıştıktan sonra keyifli öğle yemeklerine çıkmak pek yok buralarda. 16 aydır çalıştığım süre zarfında toplasanız 10 kere dışarıda öğle yemeği yememişimdir. Kendi işinizi yapmak için ajandanızı kapatmazsanız insanlar art arda toplantı koyup bütün gününüzü kapatıyor. Sonrasında da gecenin geç saatlerine kadar maillere yetişip iş yapmaya çalışıyorsunuz. Ancak bu kadar baskı altında işini doğru düzgün yapan, disiplinli ve çalışkan adamlara şehir muhteşem fırsatlar sunuyor. Şansımın da yaver gitmesiyle, New York’taki ilk yılımın sonunda The Marketing Academy tarafından Amerikan pazarlama sektöründeki 30 yükselişte genç yöneticiden biri seçildim. Bu program sayesinde edindiğim dostluklar ve kurduğum üst düzey bağlantılar paha biçilemez.

Ne yazık ki buradaki yoğunluk ve baskıdan dolayı Türkiye’deki sektörü pek takip edemiyorum. Yeni bir ülkede çalıştığım için buranın gündemine, popüler kültürüne ve piyasasına hakim olmak için çok büyük çaba sarf etmem gerekiyor. Ancak hala VMLY&R bünyesinde olduğum için Türkiye’deki eski müşterilerime destek olmam gereken durumlarda, ilgili projelere vakit ayırmaya çalışıyorum. Onun dışında sosyal medyada arada bazı işlere denk gelmediğim sürece kimin ne yaptığından haberim yok. Türkiye’deki arkadaşlarımdan duyduğum kadarıyla, ülke ekonomisinin devamlı bir seçime endeksli olması ve reklam yatırımlarının yavaşlaması sektörü zorlamaya devam ediyor. Ayrıca en son bıraktığım noktayla New York’taki iş yapış şekillerine baktığımda, özellikle sektörün dijital dönüşümü açısından Türkiye’nin çok geride kaldığını görüyorum.

Yurt dışında iş bulmak isteyenlere önerim, eğer böyle bir niyetleri varsa hemen harekete geçmeleri olur. Çünkü bu işi kafasına koyup harekete geçen tüm arkadaşlarım bir şekilde yolunu bulup bir yerlerde çalışmaya başladı. Ancak bu uzun soluklu süreçte, insanın önüne gelen fırsatlara göre esnek davranması gerekiyor. Yoksa sadece bir şehre ve belirli bir pozisyona odaklanmak işleri zorlaştırabilir. Yabancı dil konusunda da kendilerini ne kadar geliştirebiliyorlarsa geliştirsinler. Benim üvey babam İngiliz olduğu ve Türkiye’de çalıştığım ajanslarda genelde yabancı dile en hâkim insanlar arasında olduğum için, kendime güvenim tamdı. Ancak buraya gelince gördüm ki, iş o kadar kolay değil. Farklı aksanlar, farklı deyimler ve insanların benim aksanımı anlamaması beni hiç beklemediğim kadar zorladı. O yüzden yabancı dile hakimiyet konusuna mutlaka önem versinler. Ayrıca tercihlerini yaparken de yaşayacakları şehrin vergi oranlarına, yaşam standartlarına ve çocukları varsa eğitim sistemine göre ince eleyip sık dokusunlar. Son olarak, Türkiye’de bazı hizmetleri çok ucuza satın alabilmek insanları biraz şımartabiliyor. Ancak refah seviyesi daha yüksek bir ülkede, aynı hizmetleri aynı rahatlıkla satın alamayınca yaşam standardı düşmüş gibi bir algı oluşabiliyor. Rahatına düşkün arkadaşlar, işin bu tarafını da dikkatlice ölçüp biçtikten sonra taşınacakları şehre karar versinler.

Bu yazı ilk kez Campaign Türkiye’nin 87. sayısında yayımlandı.