artwork

Balayında değişen kader

1 yıl önce

0

Allianz Avustralya İç İletişim Müdürü Özlem Kurt, Türkiye’deki yoğun iş gündeminden sonra Avustralya’da başlayan heyecan verici hikayesini bizlerle paylaşıyor ve farklı bir kültürün zorlukları olsa da iletişimin evrensel dilinin tek olduğunu vurguluyor.

Evlilik yeterince büyük bir değişim değilmiş gibi, biz bir de evliliğimizin ilk yıl dönümünü, hayal dahi edemeyeceğimiz şekilde Avustralya’da yaşarken, Türkiye’den bakınca dünyanın öbür ucunda kutladık. Nasıl mı? Balayı için geldiğimiz Sidney’de eşim iş teklifi aldı. Ben Türkiye’deki kariyerimde oldukça iyi yönde ilerlerken, Allianz’ın Münih’teki merkez ofisinden transfer teklif edilmişken, belki iş dahi bulamayacağım Sidney’e taşınma fikrine evet dedim. Her şeyi geride bırakmak kolay bir karar değildi elbette ama o dönemde aldığım koçluk eğitimleri, okuduğum, izlediğim kaynaklar bana başarının salt “kariyer” değil, onu da içine alan kendine, sevdiklerine ayırabileceğin zamanı da kapsayan bir “denge” olduğu mesajını veriyordu. Malum Türkiye dinamiklerinde çalışan bir iç iletişimci olarak her günüm oldukça yoğun geçiyordu. Ülke gündemi, CEO’nun ajandası ve şirketin değişen dinamiklerine göre her günün ayrı bir yaratıcılık ve stratejik yaklaşımla yönetilmesi gerekirken çoğu zaman kendimi ve sevdiklerimi ihmal edebiliyordum. Öyle ki düğün tarihimizi bile şirket etkinlik takvimine göre kaydırmış bir işkolikten söz ediyoruz.

Hayatında hiç durmamış, liseden beri çalışan bir insan olarak, Avustralya’daki “No dramas, easy mate!” kültürüne geçiş bir anda kolay olmuyor. İşe ilk başladığımda bazı basit şeylerin günler, haftalar sürmesine anlam veremediğim gibi sinirleniyordum da. Ülkenin genel akışını, kültürünü, insanını tanımaya başladıktan sonra en azından anlamaya ve empati kurabilmeye başladım. Türk kültürü ne kadar tempolu, yoğunsa burası da tam aksine bir o kadar yavaş ve sakin. Öyle ki; yorulmamak için insanlar birbirlerinin isimlerini bile kısaltıp söylüyor. Düşünün dünya devi McDonald’s sadece Avustralya pazarına uyum sağlayabilmek için adının Macca’s olarak kısaltılmasına onay vermiş. 

Bir görev verildiğinde zamanım yok diyebiliyorsunuz 

Avustralya çok kozmopolit bir ülke olduğu için her türlü dilden, dinden insan bir arada çalışabiliyor ve iletişimin tonu da buna paralel oldukça kapsayıcı. Kurumlarda her türlü dini ve özel güne yer var, Ramazan Bayramı da kutlanıyor, Çin yeni yılı da… LGBTQ+ topluluğuna her daim kucak açılıyor ve işe alım süreçlerinde kişilerin cinsel seçimleri, tarzları konu dahi olmuyor. İşitme engellilere destek olmak için tüm videolar alt yazılı yayımlanıyor. İletişimde kullanılan font, renk paleti disleksi ya da renk körlerine en uygun olacak şekilde planlanıyor. Çalışan sağlığı her şeyden önce geliyor. Çalışanların gerek fiziksel gerekse ruh sağlığı için pek çok imkan sunuluyor. Esnek çalışma gün ve saatleri kişiye özel planlanabiliyor ve part-time çalışma şekli çok yaygın. Mesai sonrası e-mail almanız pek olası değil. Kapasitenizi aşan bir görev verildiğinde onun için ya zamanım yok diyebiliyor ya da şu gün teslim edebilirim şeklinde kendi planlamamızı sunabiliyorsunuz. Hata kültürüne tolerans oldukça yüksek. Biz Türkler, Akdeniz insanları olarak bildiğiniz gibi duygularımızı sonuna kadar yaşıyoruz. Bazen bu nedenle toplantılarda, yazışmalarda daha keskin, daha sert, sinirli ya da neşeli anlar deneyimleyebiliyoruz. Burada kültüre bağlı olarak iletişimin tonu da duygulardan son derece uzak, içerik sadece olan olaya dair bilgi vermek amacıyla kaleme alınıyor. 

İş sadece geçim sağlamak için yapılan bir aktivite

İnsan ister istemez iki kültürü sürekli birbiriyle kıyaslıyor ama kültür dediğimiz şeyin iyisi, kötüsü, doğrusu, yanlışı yok. Coğrafya kaderindir derler ya, burada doğan bir insanın bizdeki gibi en temel ihtiyaç olan güvenlikle ilgili kaygı duymasını gerektirecek hiçbir durum yok. En kötü ihtimalde bile bir şekilde başını sokacak bir evinin olacağını ya da belli bir hayat standardında geçinebilecek kadar para yardımı alacağını biliyor. Kadının kadın kimliğini özgürce yaşayabildiği, farklı cinsel tercihlere sonsuz saygı duyulan, her dilden, kültürden insanı içine alan bir yer Sidney. Dolayısıyla çoğu insan amigdaladan korku ve kaygı ile hareket etmeyip, muhteşem bir doğa içinde keyifle yaşıyor hayatı. Sabah güne çok erken başlıyor herkes. Kimi sörf yapıyor, kimi yoga ile güneşi selamlıyor, kimi koşuya çıkıyor, kimi akşam için yemeğini hazırlıyor… İş, hayatın merkezinde değil, sadece geçim sağlamak için yapılan bir aktivite. Yani işteki tatmin ya da tatminsizlik insanları bizi sarstığı gibi derinden sarsmıyor. O yüzden koltuk kapmaca ya da ego savaşları nispeten daha az diyebilirim. Özellikle pandemi deneyimi ardından insanlar hayatın pamuk ipliğine bağlı olduğunu bir kere daha anlayıp, ya çalışma günlerini azaltma yönüne gitti ya da hibrit çalışma seçenekleri sunan şirketleri tercih etti.  

İletişimin evrensel dili tek

Türkiye’nin son dönemde en önemli gündem maddesi, kuşkusuz göç. Buna paralel, ciddi bir Türk nüfusu var Sidney’de ve çoğu da ülkemizin başarılı mühendisleri ya da IT ve bilişim sistemleri alanında çalışan insanlar. Ben nadir iletişimcilerdenim ve itiraf etmeliyim ki ilk başlarda adaptasyonda biraz zorlandım. Ana dilin olmayan bir dilde üst yönetimin metinlerini yazmak, hiç bilmediğin bir kültürde iç iletişimle bir kültür yaratmak, hele ki bunu pandemi koşullarında yapmak cidden zorlayıcıydı. Düşünsenize bizde Çanakkale Zaferi bir zafer olarak adlandırılırken burada “Anzac Day” tam bir yas günü. Madalyonun iki yüzü nereden baktığınıza göre değişiyor. Stratejik bir iletişim için, içinde bulunduğunuz kurum ve bölgenin tüm dinamiklerini, lokal esprilerini, gündemini, medyasını, tarihini, özel günlerini, yemek kültürünü özetle her şeyini bilmeniz gerekiyor ki bu iletişiminize ve iletişimin tonuna yansısın ama üç yıllık Avustralya ve kısa dönemli Münih deneyimim ardından şunu da belirtmeliyim ki insanın dili tek. O da bir insana erişmek için gerekli evrensel dil olan “sevgi, şefkat, anlayış, açıklık ve güven”. Kalpten bu değerlerle konuştuğumuzda bağ kuramayacağımız bir canlı türü olmadığını düşünüyorum ve özellikle Türkler olarak (hep bahsi geçen çok önemli stratejik konumumuzdan mütevellit belki de), gerek Batı gerek Doğu kültürleriyle çoğu zaman hızlıca ortak bir nokta bulabildiğimizi, günlük hayatta da köprü olabildiğimizi gözlemliyorum. 

Her kalış bir vazgeçiş, her gidiş bir terk ediş ama her seçim öyle ya da böyle bir öğrenim. Neyin iyi neyin kötü olduğunu ancak yaşayarak zamanla görebiliyoruz. Ben de bazen hayatın, altının üstünden daha iyi olduğunu bilerek teslimiyet, merak ve heyecanla devam ediyorum nefes almaya. Zira yaşadığımız yer neresi olursa olsun, içinde yaşadığımız beden, aklımız ve ruhumuz hep bizimle. 

 

Bu yazı ilk kez Campaign Türkiye’nin 130. sayısında yayımlanmıştır.