artwork

Yüzyıllık Yalnızlık…

6 ay önce

0

En sevdiğim romanlardan biridir… Tatlı, acı yaşanmışlıklar üzerinden tarihini, insanını, köklerini edebiyat vasıtasıyla anlatır… Yüzyıllık Yalnızlık…

Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. Yılında Gabriel Garcia Marquez’i sevgi ve saygıyla andım kendimce… Özellikle şu sözler vatan olmayı, bir olmayı, birlik olmayı ve aynı zamanda yalnız olmayı ne güzel ifade ediyor:

“İnsanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa o adam o toprağın insanı değildir.”

“Peki neden bu cümle” diye düşündüm sonra… Neden özellikle ona takılmıştı aklım, kalbim…

Pek çok çıkarımı içinde barındırıyordu çünkü… Ölülerin altındaki topraklarda değilsen, başka topraklardaysan orası senin vatanın değil. Ölülerinin altında yatmadığı topraklardaysan köklerinden, vatanından uzak, içinde açıklayamadığın bir burukluk ve hüzünle yaşamaya devam ediyorsun demek… Köklerinden kopuk, uzak diyarlarda yaşıyorsan seni ayakta tutacak
değerlerden yoksun, her an kırılmaya hazır bir ruh haliyle yaşamak kaçınılmaz demek… 100 yıl önce vatanı için çabalayan insanlar bu toprakların köklü tarihine ve değerlerine sahip çıkarak ülkeyi parçalanmaktan kurtaranlardı. Bunu sağlamak ise iletişimin en önemli unsurları olan muhteşem bir liderlik ve ikna kabiliyetinden geçiyordu.

Mustafa Kemal Atatürk, bağımsız ve kendi ayakları üzerinde duran bir ülkeyi ancak halkın ortak hareketi ile inşa edebileceğini biliyordu. Halk hareketi ile Millî Mücadele’yi başlattı. Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini ise Sivas Kongresi’ndeki konuşması ile halkla birlikte attı:

“Temel ilke, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ilke, ancak tam istiklâle sahip olmakla gerçekleştirilebilir. Ne kadar zengin ve bolluk içinde olursa olsun, istiklâlden yoksun bir millet, medenî insanlık dünyası karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye lâyık görülemez.

…..

O halde, ya istiklâl ya ölüm!”

Ülkeyi bağımsızlığına kavuşturdu. Cumhuriyeti kurdu. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni halkı temsil eden kişilerden oluşturdu. Askerler, mühendisler, din adamları, gazeteciler, hukukçulardan oluşan bir meclis kurdu. Devrimlerini de ancak aydın sivil halk ile yapabileceğini biliyordu. O bir idealler kuşağı meydana getirdi. Hiçbir egosu olmayan, ülkesinde ya da yurt dışında en iyi eğitimi alıp, onu en ücra vatan toprağında ülkenin kalkınması, milletin gelişmesi, ülkenin diğer Batı ülkeleri karşısında üstün bir konuma gelmesi için çalışan idealler kuşağı temsilcilerini oluşturdu.

Kendi İçinden Yeniden Doğmak

Öte yandan halkı ikna etmek için şimdilerde sıradan olabilecek ancak o zaman için son derece zekice bir iletişim yöntemi kullandığını söylemek mümkün: Önce halkın itibar ettiği kişileri ikna etmek… O kişiler bir kere ikna olduklarında halkı ikna etmek için ellerinden gelenin azamisini hayata geçirmişlerdir. Atatürk’ün elçilerinden bazıları şöyleydi: Ulemadan Sıtkı Hoca, Ulemadan Salih, Ulemadan Yakup, Ulemadan Müftü Abdurrahman, Ulemadan Müdir Hasan, Eşraftan Ali Galip, Meşayihten Salih, Meşayihten Şemseddin, Meşayihten Mehmet, Amasya Müftüsü Tevfik Efendi…

Mustafa Kemal hiçbir zaman halktan uzak kalmamış, sıradan vatandaşın yaşadığı koşullarda yaşamış, vatandaşla birlikte yemiş, birlikte nefes alıp vermiştir. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra devrimleri yaygınlaştırmak ve benimsetmek için yurdun her köşesine geziler yapmış, halkı ikna etmek için yarattığı idealler kuşağı temsilcileri ile birlikte çabalamıştır.

İdealler kuşağı ile ilgili en uygun tanımlamayı Nutuk’tan bir bölümde bulmak mümkündür:

“…aydınlar ve ulema, kendi kendilerine toplanıp halka düşman olabilir mi? Bunlara düşen vazife, halkın içine girerek onları uyarmak ve yükseltmek ve onlara, ilerleme ve uygarlaşmada önder olmaktır. İşte ben milletimizi böyle görüyorum. Binaenaleyh, muhtelif meslekler erbabının menfaatleri birbirine karışmış olduğundan, onları sınıflara ayırmak imkânı yoktur ve heyeti umumiyesi halktan ibarettir.” Atatürk ve idealler kuşağı temsilcileri ülkelerine hizmet ederek “kendileri oldular.” En ufak bir şikâyet ya da serzenişte bulunmadılar. Hepsinin ortak özelliği Atatürk’ün milletin vazgeçilmezi diye ifade ettiği “dil, kültür, ülkü” birliğinden şaşmamalarıydı… Hiçbiri, Atatürk’ün belirttiği gibi “…bu millete gideceği yolu gösterirken, dünyanın her türlü ilminden, keşiflerinden, ilerlemelerinden yararlanarak, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak zorunda olduklarını” unutmadılar. Bizlere düşen görev ise Yüzyıllık Gururlu Yalnızlığında Güçlü Bir Türkiye Cumhuriyeti evlatları olarak onları saygı ve vefa duyguları ile anmak, anlamak ve bu duygularla yaşamaktır.

 

Dr. Arın Saydam

İletişim Danışmanı