artwork

Yokluk, ‘varlığı’ doğurur

1 yıl önce

0

Bir iletişimcinin derdine her zaman derman olacak şeydir o. Ayrıştıracak, farklılaştıracak bir başlangıç noktası… İnsan, para ve zaman kaynağının nasıl kullanılacağını, hangi iletişim projelerinin yapılacağını, kimlere ne mesaj verileceğini, konuşmaların, söylemlerin ne üzerine inşa edileceğini ve diğer her şeyi o belirler. Peki, nedir o en kıymetli hazine, farkımızı ortaya koyacak o cevher? Varoluş nedeni…

Ne kadar ortak noktalarımız olsa da hiçbirimiz birbirimize benzemiyoruz ne fiziksel ne de ruhsal olarak… Bu insanlar için olduğu kadar kurumlar için de böyle. Hepsinin kişiliği, karakterleri, davranış biçimleri, kuruluşlarındaki/varoluşlarındaki manevi amaç hep farklı. Her bir kurum “kendine özgü”, “biricik”. 

Zaman zaman bu başlangıç noktası unutulur. Hiçbir çalışanın hatırında tutamayacağı ya da içselleştiremediği vizyon, misyon cümleleri devreye girer hatta birilerine yazdırılır. Web sitesinde ya da duvarlarda bir yerlerde asılı kalır sadece. 

Aslolan kalplerde yer bulmak…

Oysa sizi diğerlerinden farklılaştıracak, çalışanınızın, paydaşlarınızın, toplumun kalbinde ve zihninde yer edinmenizi sağlayacak olan, yaptığınız işi anlamlı kılan ve sizi tarif eden o iki üç kelimelik tanımlamadır.

İşte varoluş nedeni dediğimiz o tanımlama, çalışma arkadaşlarınızı buna uygun seçmekten tutun, hangi alt yüklenicilerle çalışacağınıza, finansal süreçlerinizi yönetim şeklinize kadar pek çok iş sürecinizi kolaylaştıracağı gibi iletişim yatırımlarınız için de mihenk taşı sayılabilir.

Bu noktada sürdürülebilir iletişimin olmazsa olmazı üç önemli kriter ortaya çıkıyor: Stratejik yaklaşım, kurumun tüm fonksiyonları ile bütünsellik ve toplumsal duyarlılık.

İlk ikisinin çok da açıklanmaya ihtiyacı yok ancak üçüncüsü özellikle günümüzde en çok üzerinde durulması gereken konu: toplumsal duyarlılık.

Kurumun varoluş nedenine uygun olmayan ve toplumun duyarlılık noktalarına ya da kısaca ‘değerlerine’ temas etmeyen bir KSS projesinin sürdürülebilirliği tartışmalı olacağı gibi bir sponsorluk projesi de karşılığını bulamayabilir. 

Toplumsal duyarlılık her ülkede, her medeniyette değişiklik gösterir. O nedenle kurumların hangi alana ve konuya iletişim yatırımı yapmaları gerektiğini anlamaları için uzaklara gidip zahmete girmelerine pek de gerek yok sanki. Bizim gibi bir ülkede de bunu anlayabilmek için köklerimize biraz daha aşina olmamız yeterli. 

Vicdan, adaleti doğurur

Depremde yıkılan, parçalanan, yeniden inşa edilmeye çalışılan hayatlara el uzatan biziz çünkü bizi biz yapan değerlerden ikisi, merhamet duygusu ve yardımlaşma. Vakfetmek bizde çok kıymetli bir fiil, çok da eskilere dayanıyor. İslamiyet’ten öncesinde de var olduğunu öne süren araştırmacılar olsa da Osmanlı’nın hakimiyetine giren pek çok memlekette vakıfların izlerine rastlanıyor. Günümüzde ismine ne dersek diyelim, kâr amacı gütmeyen kuruluşların (STK) başlangıcı, dünyada konuşulmadan çok önceye dayanıyor bizim kültürümüzde.

Bizi biz yapan değerlerden bir diğeri de tabii ki vicdan… “İnsanlardan korkarım ben. Kalbi, vicdanı, adaleti olmayan insanlardan.” diyor Turgut Uyar.

Kahramanmaraş depremlerinde yine vicdan ön plandaydı… Hem ülkemizin hem de dünyadan pek çok ülkenin devletleriyle, vatandaşlarıyla, STK’larıyla nasıl harekete geçtiğini hep birlikte gördük. Her ne kadar acımasız, rekabetçi, çıkarcı bir dünya tasvir etse de kimileri, insanı insan yapan o vicdan duygusu kendini gösteriverdi. Belki de bu nedenle IPSOS’un deprem araştırmasından da gördüğümüz gibi; toplumumuzda kendini yalnız hissedenlerin oranı depremlerden sonra üçte bir oranında azalmış… 

Yokluk zamanları pek çok toplumsal kırılımların da yaşanmasına sebep oluyor. Pandemi gibi, deprem de bu zamanlardan. Biliyoruz, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ancak iyi duyguların öne çıktığı “yeni dünya”yı inşa etmeye başlama umudumuz olmalı.

Yalnız değiliz, çocuklarımız var…

Balkan Savaşları ve 1. Dünya Savaşı’ndan yorgun çıkmış, yokluktan var olmaya çalışan bir memleketin o dönemde bize en büyük mirası öksüz ve yetim çocuklardı; şefkate, sevgiye aç, var olma mücadelesinde kucaklanmaya, sarılıp sarmalanmaya ihtiyaç duyan çocuklar… Atatürk’ün “Geleceğin bir gülü, yıldızı, geleceğin ışıkları” dediği çocuklar.

İşte Çocuk Esirgeme Kurumu’nun oluşumu da bu ihtiyaçlardan doğmuş. Millî Egemenliği ancak yorgun, bitkin ama umutlu bir memleketin evlatları sağlayabilirdi. Atatürk’ün 23 Nisan’ı Millî Egemenliği yaşatacağına inandığı çocuklara emanet etmesi de bu duygu ve düşüncenin neticesi olsa gerek çünkü ona göre “Vatanı korumak çocukları korumakla başlar.”

Toplumsal duyarlılığı bizler iliklerimize kadar hissediyoruz. Yokluktan var olmuş bir vatanın evlatları olarak tıpkı Atatürk’ün dediği gibi “çocuk sevgisinin bir ihtiyaç” olduğunu biliyoruz. Pek çok kurum, deprem bölgesindeki çocuklara canla başla destek oldu, oluyor. 

Çocuklarımızı önceleyen iletişim projeleri bizim mirasımıza saygımızın göstergesi olmalı. Bunu 23 Nisan tarihi dışında da sürdürürsek ne mutlu bize…

Dr. Arın Saydam
İletişim Danışmanı