artwork

Olcayto Cengiz: “Cool” olma çabamız bizi bitiriyor

6 yıl önce

0

Yurt dışı sayfalarımızın bu ayki konuğu Flying Spoon Kreatif Direktörü Olcayto Cengiz oldu. Manajans/JWT, Pure ve Promoqube gibi ajanslarda çalışan Cengiz, yurt dışı deneyimlerini paylaştı.

Olcayto Cengiz: “Cool” olma çabamız bizi bitiriyorKendi deyimiyle 21 yıldır “reklamcı olmaya çabalayan” Olcayto Cengiz için yurt dışında çalışmak kendini bildi bileli gerçekleştirmek istediği bir deneyim. Bu isteğini ise uzun süre çabalayarak 2016 itibarıyla Almanya’da pratiğe döküyor. Cengiz, şu an oyunlaştırma üzerine çalışan Flying Spoon’un yaratıcı yönetmeni ve tam zamanlı olarak da Rüzgar’ın babası.

Sektöre girişimi; lisede durduk yere reklamcı olmaya karar vermem, sonra kuzenimle genetik mühendisliği için birbirimizi gaza getirmemiz, biyoloji okumaya karar vermem, mikrobiyoloji ihtisası yapmam, reklamcılıktan bir türlü vazgeçememem, Antalya’ya taşınmamız, inanılmaz bir tesadüf zinciri sonucunda 1 adamın bana inanması ile Antalya’da başlayan bir kariyer yolculuğu şeklinde özetleyebilirim. Yani reklamcılığa girişim tamamen çok istemem ve şans eseridir. Bu yüzden “Şans hazır olanın yanındadır” lafına çok inanırım.

Türkiye’de yaptığım projeler; yerinde durmayan kariyerimin bir sonucu olarak basılı işlerden IoT (internet of things) işlerine kadar çok geniş bir yelpazede oldu. 1996-2016 tarihleri arasında geçen bir kariyerde haliyle neredeyse çalışmadığım marka kalmadı. Fenerbahçe Ülker’i #efsaneolursun diyerek su dökerek Final Four’a da uğurladım, “WinnerTweet” ile ilk twitter kampanya platformunu da açtım. Web sayfalarının girişine “Like” butonunu ilk yerleştiren de oldum, Mercedes-Benz için gerçek zamanlı çalışan projeksiyon çizim masası da yaptım. Efes Festivali’ne –bir zamanlar reklam yasakları yoktu- NFC bilekliklerle insanları da soktum, Ceza ile Facebook üstünden düet de yaptırdım. Atılan tweet’leri kurabiye içine sokup insanlara servis ettirmişliğim bile var. “Yaptım, ettim” diye birinci tekil yazdığıma bakmayın, bu işlerin hiçbirini ben tek başıma Chuck Norris edasıyla yapmadım tabii ki. Hepsinde benden çok daha zeki bir takım adamlar ve kadınlar ile çalışma fırsatını yakaladım, bunun sonucunda da nefis projelerin içinde yer alıp adımın geçiyor olması şansı da bana kaldı.

Olcayto Cengiz: “Cool” olma çabamız bizi bitiriyor

Cafe Bruno

Ben Almanya’ya taşındığımda insanların büyük bir kısmında; sanki bir sabah kalkmışım, her sabah olduğu gibi ipek röbdoşambrımın içinde viskimi yudumlarken puromdan bir nefes aldıktan sonra gözlerimi camın önünden geçen boğazdan ayırmadan Tuğçe’ye “Valizleri topla, gidiyoruz buradan” demişim gibi bir hava oluştu. Nasıl bir imaj çizdiysem, buradan kendilerine bir kez daha teşekkür ederim. Ama gerçekler öyle değil tabii ki.

Yurt dışında çalışma fikri bende “ortaya çıkmadı” çünkü hep oradaydı. Aklım erdiğinden bu yana başka ülkelerde çalışmak istedim ben. Bunun Türkiye ile bir alakası da yoktu. Başka ülkeleri, başka insanları görmekti amacım. Yaş ilerleyip de iş güç belli olunca, hedef de biraz daha netleşti. “Startup” adlı çılgınlık başlayınca bağlantılarım ve elim kolum daha uzaklara erişmeye başladı. Böylece yurt dışı ile bir “ön sevişme” sürecine girmiş oldum. Bu arada bir oğlum oldu, içinde bulunduğumuz hayatın gidişatını görünce karım da yeşil ışık yaktı, o noktada ben saldırmaya başladım. Tek salaklığım İngilizce konuşulan yerlere odaklanmam oldu. Buyurunuz bakın 1 seneden fazla zamandır Almanya’da yaşıyorum, başıma gelmeyen kalmadı ama oluyormuş değil mi? Neyse dağılmayalım, “Bir şeyi çok istersen o gelir seni bulur” diye bir laf vardır, o laf gerçekleşti diyelim. O kadar zorladım, yoğunlaştım ve çalıştım ki, sonunda oluverdi. Çok çalışmak, çok iyilik yapmak, çok umut ve iyi insanlar. Yükselmenizi sağlayacak koltuğunun 4 bacağı bunlardır işte bana göre.

Olcayto Cengiz: “Cool” olma çabamız bizi bitiriyor

Mavi Indigo

Flying Spoon yeni bir şirket; geleneksel ya da dijital bir reklam ajansı değil, oyunlaştırma üstüne iletişim teknolojileri geliştiriyor, kampanyalar ve platformlar hayata geçiriyoruz. Ben de şirketin yaratıcı yönetmenlik görevini üstlenmiş durumdayım. Benim işim dediğim gibi geleneksel reklamcılık tanımının biraz dışında kalmakla beraber, genel olarak bu deneyiminde dikkatimi çeken farkları şöyle sıralayabilirim:

1) Çalışma saatleri. 8 saat kuralı çok net. Meşhur reklamcı sabahlamaları burada o kadar da meşhur değil. Bu da iş disiplini sağlıyor çünkü millet 8 saati çatır çatır çalışarak geçiriyor. İş, iş saatlerinde bitiyor.

2) Uzmanlık. İllüstratör illüstrasyon yapıyor, tasarımcı tasarım. “Ya ben başlığı da yazarım, tasarımı da çakarım” konuları, ya da “Project Manager”ın aynı anda hem “Brand Manager” hem “Account Supervisor” hem de “Jr. Creative Director” olması durumu burada yok. Öyle yapanı da ya sevmiyorlar ya da çok hayret ediyorlar.

3) Hazırlık süreci. Toplantılar. Allahım, her şeyin toplantısı var. Projenin başlangıcı için yapılacak toplantı için ön toplantı yapıldığını gördüm ben. Hazırlık süreci çok çok uzun sürüyor. Hani bizim sektör özlü sözlerimizden biri vardır, “Postta toparlar” diye. Ben bu lafı bir toplantıda gülerek söyledim, toplantıda gülen tek kişi ben kaldım öyle diyeyim.

4) Hızlı düşünme, kıvrak zeka. En büyük zorluğu burada yaşıyorum ben. “Düne” olan brief’lere ve çalışma şekline o kadar alışmışım ki, bana her şey çok yavaş geliyor. Ha, bu yavaş tempoya alışmak da hoşuma gitmiyor değil, ama işte böyle hani otobüsten inip yürümek istersiniz ya Zincirlikuyu’da, işte öyle bir göğsüme basıyor arada.

5) Kriz yönetimi. Bizde belirli bir noktadan sonra (hani bir peynir türüyle sıfatlandırılır bu durum hatta) “hallederiz” hali vardır. Yani, tamam kriz filan ama çözeriz. Burada o kadar ufak konular o kadar büyük kriz olabiliyor ki. Bunu da o hazırlık sürecine bağlıyorum. Biz bodoslama peygamber vitesiyle daldığımız için, havadayken uçağın motoru söküp takabilecek donanıma sahip oluyoruz. Onlarda ise o kadar hazırlıktan sonra kriz çıkınca şok oluyorlar. Panik çok ciddi oluyor. Ha, ama tabii kriz sayısında ise oran 1/10 diyebilirim.

Olcayto Cengiz: “Cool” olma çabamız bizi bitiriyor

İstanbul ve Berlin çok ayrı frekanslarda tınlayan 2 şehir. En büyük ve önemli fark ise hız. İstanbul bana yaşarken bile hızlı gelirdi, dışarıdan bakınca daha da belli oluyor. Bu arada bu hızın büyük kısmı da yalandanmış, santrifüjden çıkınca daha iyi anlıyor insan. Burası öyle değil. Çok daha yavaş, sakin. Bunun sonucu olarak da stres çok baskın bir kriter olmuyor. Şehirlerin kendi titreşimleri farklı çalışıyor; İstanbul’da stresi artırırken Berlin’de daha düşürüyor. Boyut olarak kıyasladığında; İstanbul dev gibi, Berlin dediğin bir Kadıköy kadar kalıveriyor merkezi olarak baktığında. E, toplu taşıma sistemi ve bisiklet kültürü de çok gelişmiş. Bunun sonucu olarak da bir toplantınızın olması demek toplantı saatinden önceki ve sonraki 2 saatinizin de yolda telef olmaması demek oluyor mesela. İnsanların ego durumu da dikkatimi çeken başka bir şey oldu. Eşyayla hava atmak, unvanla ego yapmak en azından şimdiye kadar burada çok karşılaşmadığım bir şey oldu. Fakat dil konusu net. Almanca bilmiyorsanız, burada çok zor işiniz. 

Türkiye’deki markalar ve ajanslar ile iş iletişimimiz devam ettiği için şunu net olarak söyleyebilirim ki; yetenek olarak dünya standartları seviyesinde, iş disiplini olarak yerlerdeyiz. Bizdeki yaratıcılık ve iş hakimiyeti kıyas kabul etmez. Ama işte o düzensizliğimiz var ya, o “cool” olma çabamız bizi bitiriyor. Bu ajans tarafı. Marka tarafında ise, çok daha sert ve acı konuşabilirim ama bende kalsın diyeyim. Sadece siyasetin hayatın tüm katmanlarında bu kadar baskın yer alması sektörü bitiriyor diyebilirim. Her an bir kriz hali, yasaklar, reklam durdurmaları, cezalar vs. Gerçekten bilemiyorum Altan.

Yurt dışında çalışmak isteyen kişiler önce cesur, sonra çabuk olsunlar. Çünkü dünyada kendilerinden sadece 1 tane var.

 

Bu yazı ilk olarak Campaign Türkiye Kasım 2017 sayısında yayımlandı.