artwork

Derya Durmaz: “Yurt dışında değerlisiniz”

5 yıl önce

0

Londra’da freelance tasarımcı ve illüstratör olan Derya Durmaz, Londra’ya taşınma hikayesini anlatırken Türkiye’deki çalışma hayatıyla karşılaştırıyor.

Kendimi bildim bileli hem çizen, hem de jingle’ları şarkı niyetine söyleyen bir çocuktum. Film başladığında kanal değiştirip reklamları aradığım bile oldu. Moda mı, iç mimarlık mı, grafik tasarım mı okusam derken, grafik tasarımın reklama bağlanabildiğini fark etmemle onu seçmem bir oldu. Çocukluk aşkı sonuçta! Önceleri benden modacı olmazmış, iç mimar hiç olmazmış doğru olanı seçtim desem de şimdilerde ikisini de harikulade yaparmışım noktasındayım çünkü hepsinde esas olan bir şeyler yaratma noktası ve benim onsuz yaşayamacağım yegane şey bu “yaratım süreci”.

Tasarımı Adana’da okudum. Planım okulun ilk gününden kafamdaydı; okulun bir yılını mutlaka dışarda okuyorum (Erasmus yapıyorum), okul bitiyor İstanbul’a taşınıyorum. Öyle de oldu. Son sınıfı Polonya’da okudum, yaz, kış demeden otostopla gezerek geçirdiğim bir yılın ardından Adana’ya dönüp diplomamı aldım, İstanbul’a taşındım. Alaaddin Adworks’le başlayan sanat yönetmenliği kariyerim Mullen Lowe ve Publicis İstanbul ile devam etti. 

Türkiye’den ayrılmadan önce Publicis İstanbul’ta ING, Dacia, Nescafe’ye bakıyordum. Öncesinde Mullen Lowe’da Omo, baktığım en uzun soluklu marka oldu. Bana çok şey kattı, çok şey öğretti. Türkiye ve on farklı ülkede Omo iletişimine yön veriyorduk. Yabancı yönetmenlerle çalışmak, yurt dışına çekimlere gitmek, ödüller almak, farklı ülkelerdeki insanların aynı soruna bakış açısının ne derece değiştiğini görmek keyifliydi.

Yurt dışında çalışma ve yaşama fikri hep vardı. Çocukken “Barış Manço ile Dünya Turu” en tutkunu olduğum programdı. Ailemde yurtdışına gitmiş tek kişi amcamdı o da burası bana göre değil deyip 6 ay kaldıktan sonra Avustralya’dan dönmüştü ama ben çocukluğumdan beri yurt dışının bana göre olduğunu biliyordum, buna inanarak büyüdüm. Erasmus sonrası Avrupa’da yaşamak istediğimden emindim. Okul bitip Adana’ya dönme vakti gelince, gönüllülük programları, staj programları başvuruları… Bir süre uğraşsam da bir yandan da İstanbul’da sektöre girmeye çalıştığım için uzun süre devam edemedim. Junior faslını atlatıp reklamcı olmanın tadına varmaya başlayınca gelen “comfort zone” rehaveti ile hep istediğim ama sürekli ötelediğim bir şey haline geldi yurt dışına taşınmak. Yaptığımız bir Londra seyahati her şeyi değiştirdi. Ben yeniden ne kadar da çok, özgür bir ülkede yaşamak istediğimi hatırladım. Her sokağını “acaba buraya taşınsak nasıl olur” diyerek arşınladık. Dönünce iş başvuruları yapmaya başladık. O zamanki erkek arkadaşım (şu anki eşim) yazılımcı, onun geri dönüş alması benimkinden hızlı oldu. Taşınsak mı dedikten 3 ay sonra iş buldu. Evlilik arifesinde olduğumuzdan ben iş bulmayı Londra’ya taşındıktan sonrasına bıraktım.

 

 

 

 

 

 

 

 

Son iki yıldır, freelance tasarımcı ve illüstratör olarak çalışıyorum. Londra’da yaratıcı sektörün %40 bu şekilde çalışıyor. Ajanslar gelen brief özelinde bir tasarımcı arayışına giriyorlar “recruitment agency” denen aracı şirketler o brief’e en uygun tasarımcıyı ajanslara yönlendiriyor. Bu sistem çok güzel oturmuş ve iyi çalışıyor. Ajans sizle çalışmaktan mutluysa, sonraki brief’e de uyduğunuzu düşünüyorsa kontratınızı uzatıyor. Geçen yıl bir haftalığına gittiğim M&C Saatchi Londra’da 11 aya yakın kaldım. Bir kaç ay çalıştıktan sonra ekibe ve ajansa uyduğunuzdan emin olduklarında “keşke gitmesen?” diyebiliyorlar. Buna aslında bir çeşit tam zamanlı çalışan işe alma tekniği diyebiliriz. Yeni taşındığınız, çok insan tanımadığınız bambaşka bir ülkede freelancer olmak daha mantıklı. Bu şekilde harika bir network inşa ediyorsunuz. Bir yıl içerisinde 5 farklı ajansı deneyimleme şansınız olabiliyor. Kendi projelerinize vakit ayırmanız için de çok güzel.

Son 6 aydır tasarım ve reklamdan ziyade illüstrasyon yapıyorum. Şu an LA’den bir cryptocurrency şirketi için eğitim videoları hazırlıyoruz. Bir ay sonra nerede olacağımı bilmemek hafif gerginlik yapsa da, çok heyecan verici.

 

 

 

 

 

 

İş yapış şekilleri çok özenli, iş olsun bitsin değil de güzel olsun yaklaşımı en küçük işte bile var ve ben bu özeni çok seviyorum. Yaratıcı sektör için dileyebileceğiniz en önemli iki şeyden burada bolca var; “zaman” ve “bütçe”. Bu ikisi iş kalitesinden, hayat kalitesine, insan ilişkilerine her şeyi parlatıyor, güzelleştiriyor. Ekipte dünyanın her yerinden insan var, bu çok kültürlülük eğlenceli ve besleyici. 

Türkiye’de reklam sektörünün gecesi gündüzü olmaması durumu ve bunun değiştirilemez bir gerçek olarak kanıksanmış olması beni üzüyor. Çalıştığınız insanların iş dışı hayatları olması, o hayatlarında bambaşka şeyler yapabilmeleri çok önemli. Yaratıcı insan gücünü doğru kullanmak, yıpratmamak, geride kalan az sayıdaki yeteneği kaçırmamak adına yaratıcı ekiplere daha çok yatırım yapılmalı diye düşünüyorum. Burada yaratıcılığın ne kadar kıymetli bir şey olduğunu her gün yeniden anlıyorsunuz. Burada değerli ve önemlisiniz bence, Türkiye’de bu eksik.

Yurt dışına gitmeyi düşünen arkadaşlar için şunu söyleyebilirim; sunumunuz işinizin kendisi kadar önemli hatta çoğunlukla işinizden daha önemli. Türkiye’de kültürümüzün bir parçası olan mütevazılık, hala takdir edilen bir erdem ama burada hiç öyle değil. Mütevazılığa yer yok, gerek de yok. İyiysen ama çok iyi olduğunu söylemiyorsan karşıdaki “neden bu kadar mütevazı, bu işler onun degil mi yoksa?” diye bu mütevazılığı sorgulamaya başlıyor. Bence iki kültür arasındaki en büyük fark bu. Kendinizi anlatırken yaptığınız işin gerçekten “great” olduğunu düşünüyorsanız bunu bolca ve defalarca belirtin görüşmelerde, maillerde… Nedensiz, altı boş öz güven kasmak değil kastettiğim; sadece iyi olduğunuz seyleri parlatmaktan, onları göze sokmaktan hiç çekinmeyin.

Bu yazı ilk kez Campaign Türkiye’nin 91. sayısında yayımlandı.