Site icon Campaign Türkiye

Bu işin baharı var…

Çocukken ellerimle yediğim fırın kebabı ve kuru soğanın lezzetini hiç unutamam. Konya’nın kalbimde yeri ayrıdır. Babam orada görevliydi. Biz biraz ayrı kaldık ama sık sık giderdik. Yıllar sonra iş için çok seyahatim oldu Konya’ya. Kıymetli dostlar edindim. En son sömestr tatilinde oğlumuzun isteği üzerine iki çocuk, iki anne dört gün geçirdik şehirde. Mevlâna, Sille Köyü, Çatalhöyük, etli ekmek, fırın kebabı gibi değerleri barındıran keyifli bir yolculuk yaptık. Eminim çocuklarımızda da pek çok iz bıraktı.

Konya sırasıyla Hitit, Frig ve Kimmet, Lidya, Pers, Makedonya, Roma, Sasani, Selçuklu, Karamanoğulları, Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiyesi’ne ev sahipliği yapmış kadim bir şehir. 

Memleketin taşı toprağı, ufacık bir kazma darbesiyle bizleri, köklerimiz vasıtasıyla kendimizle buluşturuyor. Her bir kazı o kadar kıymetli hazinelerle dolu ki. Uzaklara gitmeye pek de gerek yok sanki. Yanı başımızda durana dikkat versek; duysak, dinlesek, bağlarımızı koparmasak, kuvvetlendirsek…

Geçmişle ‘gelecek’ inşa ediliyor

Mesela 5 bin yaşındaki Sille Köyü hoşgörünün, birlikteliğin, vefanın simgesi adeta. Selçuklu ve Osmanlı’nın yanı sıra, ilk Hıristiyanlık dönemi eserlerine de rastlanıyor burada. Geçmişe ait hiçbir taş ya da kalıntı atılmıyor, bir sonraki dönemdeki eserlerin inşasında kullanılıyor, halka halka kültürleri ve medeniyetleri birbirine bağlayan bir zincir oluşuyor. 

Örneğin Göbeklitepe’den sonra en eski tarihe sahip Çatalhöyük, M.Ö. 7400 yıllarında inovasyonun hayatımızda nasıl var olduğunu gösteriyor. Dünyada belki de ilk şehir kültürünün ve ilk ev mimarisinin oluşmasına, kutsal yapı ve şehri koruyan duvarlarla birlikte sistematik ve ortak hareket edilmesine burada tanık oluyoruz. Ateşin kullanımı, tarım ve hayvancılığın gelişmişliği, evlerin ömürleri dolunca üstlerine tekrar ev inşa edilmesi, el sanatları, çömlekler, duvar resimleri insanlık tarihinde ders çıkarılacak konulardan bazıları. Ölülerin o zamanki koşullar içinde ve tabii inançlarına uygun olarak evlerin içine cenin pozisyonunda gömülmesi de bir başka konu. Çatalhöyük bize inovasyonun yanında sürdürülebilirlik meselesinin de ne kadar eskilere dayandığını hatırlatıyor.

Böyle pek çok höyük var civarda. Ortaya çıkarılmayı, tanınmayı, anlaşılmayı bekliyorlar…
Kim bilir neler öğrenebiliriz onlardan da?

Geriye ‘köklü’ teselliler kaldı…

Öte yandan Sille’den mübadele zamanında ayrılanların ürettiği, günümüzde artık dokunmayan, sadece müzede örneklerine rastladığımız o muhteşem halılar var. Mübadelede gidenlerin aileleri tarafından müze için gönderilmiş halı örnekleri. Yok olup giden, ucundan yakalayamadığımız, sahip çıkamadığımız değerler de var tabii.

O değerlerden hatırı sayılır sayıda örneğini bizlerle buluşturan Hatay Arkeoloji Müzesi 6 Şubat Kahramanmaraş depremlerini az hasarla atlatabilmiş. Onca kaybımızın acısı ile baş etmeye çalışırken, böyle tesellilere sıkı sıkı tutunuyoruz.  Ve anlamaya başlıyoruz, deprem sonrası köyünü, kasabasını, yaşadığı mahalleyi terk etmek istemeyen insanları. Köklerden, değerlerden ayrılamamayı…  Köklerin ve oradan gelen değerlerin, sürekli arayışında olduğumuz huzurun da adresi olduğunu, onlardan öğrenebileceklerimizi… 

Farkında değiliz… Yokluğu, huzursuzluk yaratıyor. Varlığı ise huzur veriyor. Köklerimizin ve oradan gelen değerlerimizin. İnsanlık var olduğu günden bu yana hep “Neden?” diye sorup cevap aramış ve “kutsal”da huzur bulmaya çalışmış. Günlük mücadelemizde sürekli bir arayış içinde olmak değil anlatmaya çalıştığım. Anlatmaya çalıştığım bu mücadeleyle erdiğimiz huzurun köklerinin geçmişimize dayanması ya da benim bulduğum yer orası.

İletişimci ‘arkeolog’ gibi çalışırsa…

Üniversitede birlikte okuduğum, pek çok turiste ülkemizi, bu toprakların derinliklerini anlatan ve bence çok kıymetli bir iş yapan arkadaşım Teoman Aluç, Campaign Türkiye’deki ilk yazımdan sonra benimle şunları paylaştı:

“Aslında bizim toplumun en büyük sorunu kökleri kısa tarihte aramak, cumhuriyetin ilk yıllarına bile sahip çıkmamak. Oysa kökler Cumhuriyet, Osmanlı, Bizans, Roma, Yunan, Hitit bu toprakların bütün tarihi… Oysa biz her döneme bir önceki dönemi reddederek başlıyoruz ve olmuyor. Robert Kaplan şöyle demiş: ‘Modernite antik çağa gizli ve yapay duvar çizmiştir’. Günümüzün antik dünyadan öğreneceği o kadar çok şey var ki. Depreme bile tarih bilseydik bu kadar kötü yakalanmazdık.”

Benim anladığım sürdürülebilirliği çok güzel ifade etmiş. Köklerle bağımızı ancak zincirin halkaları gibi birbirine geçire geçire büyütür ve zenginleştirebilirsek, kuşaktan kuşağa sağlam, unutulmayan, ders çıkarılan miraslar bırakabiliriz.

Biz iletişimciler de arkeolog titizliğinde kazıyarak hem memleketin taşını toprağını anlayıp işlerimizi daha derinlikli ve katma değerli yapabilir hem de memleketin havasına uzanan dallara ve yapraklara biraz olsun hayat vererek izimizi bırakabiliriz.

Mevlâna’nın şu sözleri de sanki hem bunu anlatıyor hem de bundan sonrası için ihtiyacımız olan umudu veriyor:

“Yapraksız kaldın diye gövdeni kestirme.
Zira bu işin baharı var…”

 

Dr. Arın Saydam
İletişim Danışmanı

Exit mobile version