artwork

Vizyon sahibi olanlar kazanıyor

6 yıl önce

0

Grey Yaratıcı Teknolojiler Yöneticisi Mauricio Ruiz, “İnovasyonları stratejik bir şekilde kullanan bir sektöre evrilirken, teknolojinin yeni en yakın arkadaşının felsefe olduğu görülüyor” yorumunda bulunuyor.

Son birkaç yıl içinde inovasyon tartışmaları, teknik yeterlilikleri sonuna kadar kullanmaktan eldeki teknolojilerin sadece ilgili olanlarını bulma isteğine doğru büyük bir değişim geçirdi. Artık elimizde olmayana ihtiyaçtan değil, elimizde olanı değer kazandıracak şekilde kullanmaktan bahsediyoruz. Sektör liderleri ve yıkım yanlısı yeni oyuncular arasında tartışmalar devam ediyor ve bu tartışmalarda sessiz kalmak, savaşın daha başlamadan kaybedildiğini gösteriyor.

İncelenmemiş teknolojiler, israf edilmiş fırsatlar anlamına gelir

Taktik takıntılarımızı bir kenara bırakıp inovasyonları daha stratejik bir bakış açısıyla kullanmaya başladıkça, teknolojinin yeni en iyi arkadaşının felsefe olduğunu açıkça görüyoruz.

Geçtiğimiz birkaç yılda çipler, yarı iletkenler ve yeni çıkan bilgisayar ekran kartları ön plana çıkar ve teknoloji sektörü yavaş yavaş büyürken, felsefi sorular konuşmanın ana eksenini oluşturmaya başladı. Teknolojiyle etkileşim içinde olan tüm sektörler, ufukta yanıtlardan çok sorular belirirken farklı zorluklar yaşamaya başladı. Dolayısıyla, sağlam cevapların olmadığı yerde soruları incelemek yeterli olabilir. Markalar söz konusu olduğunda, incelenmemiş teknolojiler, israf edilmiş fırsatlar anlamına gelir. Bu ortamda tarafını seçen markalar, çoktan doyum noktasına ulaşmış kalabalıktan sıyrılacaklar. Pazarın örnek görüntüsü olarak CES’i ele alın: 4,000’in üzerinde şirket katıldı, her biri değişimi yönetmekten bahsetti. Peki bunlardan kaç tanesinin bahsi geçen değişime yön verebileceğini düşünüyorsunuz? Üç? On? Doğru soruları soran sektörler gidiş yolunu oluşturmakla kalmıyor, o yolda en ön sırada yürümeye de başlıyorlar.

Blockchain girişimleri sayesinde yüz yılı aşkın süredir değişmeden kalmış tanımlar şimdi şüphe uyandırıyor. “Gerçekte para nedir?” veya “Kapitalizmin son demlerini mi yaşıyoruz?” gibi sorular hem kriptodan umutlu olanlar hem de sektörün büyük yöneticileri tarafından soruluyor.

En net örneklerden biri otomobil üreticileri. Araç paylaşım uygulamalarının yükselişi ve otonom teknolojiler sayesinde sürücünün ortadan kaldırılması, tek satın alım üzerine şekillenen iş modelini zora sokan bir durum. Daha da ötesinde, bu kavram etrafında gelişen şehirleşmeyi bile sorgulamamıza neden oluyor. Konuşmalar motordan ve beygir gücünden, dizelden ve elektrikten uzaklaştı; hareket kabiliyeti ve mülkiyet üzerine şekillenen felsefi tartışmalara dönüştü. Ulaşım, insanlar ve ürünler hakkında bildiğimizi sandığımız gerçekler tepetaklak oluyor. Toyota’nın E-Palette’i bu dönüşümün en iyi örneklerinden biri.

Bir diğer örnek finans sektörü. Esip gürleyerek gelen blockchain girişimleri (kripto bölümünde zirveye katılmış 30 şirket bulunuyordu) sayesinde yüz yılı aşkın süredir değişmeden kalmış tanımlar şimdi şüphe uyandırıyor. “Gerçekte para nedir?” veya “Kapitalizmin son demlerini mi yaşıyoruz?” gibi sorular hem kriptodan umutlu olanlar hem de sektörün büyük yöneticileri tarafından soruluyor. KODAK yakın zamanda kendi kripto para birimi olan “KODAKCoin”i çıkardı. Markanın bir diğer eski günlerine dönüş çabası olan bu girişimin açıklanmasının hemen ardından hisselerinin değeri %300 arttı.

Keşif ve cesaretle, gözümüzün önünde duran gerçeği uygulayarak, anında geri dönüş alabiliyoruz. 

Daha büyük resme bakarsak, IBM’in son ilgi alanı olan quantum bilgisayarlar, insan ve bilgisayar etkileşimini sorgulamamıza neden oluyor ve sınırsız bilgi işlem gücünün norm olarak kabul edileceği bir geleceğin sinyallerini veriyor. Bu durumda liderliğin, önceden geliştirilmiş teknolojileri de düşünerek sürekli “Ya olursa?” sorusunu sorma isteğinden geçtiğini görüyoruz. Ancak mevcut pazar sadece bir umut etme alanı değil, sorgulama ve amaca göre kullanımı gerektiren bir alan.

Teknoloji sektöründen yanıtlardan ziyade sorular gelirken, markaların da tartışmaların bir parçası olma, hatta onları yönlendirme yönünde bir bakış açısı geliştirmesi gerekiyor. İleriye gitmek için inovasyonları sırayla hayata geçirme devri neredeyse sona erdi. Yaratmayı planladıkları geleceği gösterme cesaretine sahip olan markalar, bu yıl vizyonlarının faydasını görecekler.

Bir doyum noktası var: Sektörümüz eski teknolojilerin yeni ve daha insani kullanım şekillerini bulan taşeronlarla dolu. Bu da demek oluyor ki, keşfiniz sırasında gidebileceğiniz pek çok yol var ve bir yerde amacınızdan sapmanız hayli mümkün. Bu sürecin kutup yıldızı, aşırı odaklanma ile neyi bilmediğinizi bilmek; belirsizlik ve olasılık arasındaki ince çizgide çalışmayı sürdürmek. Bu çizgide çalışmayı başarabilenler şunu görüyorlar: Eğer bakış açılarını değiştirebilirlerse, iş modellerini de değiştirebilirler. Yeniden keşfedilen pek çok sektör gördüler ve aynı şeyi kendi sektörlerinde de yapabileceklerini biliyorlar.

İnovasyon her zaman en ileri teknolojilerle bağlantılı olmak zorunda değil, sadece rekabetçi bir vizyona ve yaratıcılığınıza güvenmeye ihtiyacınız var. “Minimumda uygulanabilir inovasyon”, örnek gösterilerek açıklanması daha kolay olan bir kavram. Son aylarda en çok dikkat çeken paralel düşünce örneği Nintendo LABO. Keşfetmek üzerine oluşturulmuş bu platformun özelliği, deneyimin temeline markanın SWITCH ürününü ve basit bir karton şablonu koyuyor olması. Bu hamle Microsoft veya Sony’nin son haberleriyle rekabet etmek için hayata geçirilmedi. Tek amacı, birkaç eğlenceli Japon tarafından ortaya koyulan bir oyun vizyonunu ve sınırsız olasılığı göstermekti.

Markaların teknolojiyi kitlelerle, işlevle ve amaçla bir araya getirme gücü uzun yıllardır kanıtlanmış durumda. Pazarlamacılar ve markaların inovasyondan sorumlu kişileri zorlayıcı sorulara hazırlıklı olmalı ve sektörlerinin gelecekte nasıl bir tablo çizeceği konusunda görüş bildirecek vizyonu geliştirmeliler.

Odadaki fili görmezden gelmekten daha kötüsü yok. Yaratıcı ve iletişimci cesaret, bizi ileri götürecek en iyi yol.

Mauricio Ruiz
Grey Yaratıcı Teknolojiler Yöneticisi

 

 

 

Bu yazı ilk olarak Campaign Türkiye’nin 76. sayısında yayımlandı.