Site icon Campaign Türkiye

SIZE IS MATTER!

Hikâye bu ya!

Bir öğle yemeğinde devrin entelektüel kadrolarıyla hoşça vakit geçirmekte olan Ernest Miller Hamingway’in karşısına dikilen bir başka edebiyatçı, usta yazara ne kadar yetenekli olduğunu sorar. Hamingway mütevazılığı bir kenara bırakıp “senin hayal bile edemeyeceğin kadar” diye yanıtlar. Bıyık altından gülen hasmı bu cevap karşısında on kelimeyi geçmeyecek kısa bir hikâye yazıp yazamayacağını sorar. “Eğer bu hikâye buradaki herkesi etkilemeyi başarırsa önünüzde saygıyla eğileceğim.” diye de ekler.

Hamingway on kelimeye bile ihtiyaç duymaz ve artık neredeyse şehir efsanesi haline gelmiş olan altı kelimelik eserini yazıp adamın eline tutuşturur:

“For Sale: Baby shoes. Never worne.”

Türkçeye çevrildiğinde bir kelime eksiğiyle şöyle oluyor: “Satılık Bebek patikleri. Hiç kullanılmadı.”

Gerçekten böyle bir hadisenin yaşanıp yaşanmadığı bilinmiyor ama şurası su götürmez bir gerçek ki bu kısacık hikâye sonradan “flash fiction” olarak adlandırılacak olan akımın çok başarılı bir örneği. 

Aslında hikayeci insan, yani Homo Narrans için bu tür kısa hikayelerin oldukça geçmişe dayanan uzun bir tarihi var. Ezop’un fablları, Hoca Nasrettin’in fıkraları, Hint Jataka öyküleri flaş-kurgu şeklinde Türkçeleştirebileceğimiz bu türün ilk örnekleri. Sonradan Anton Chekhov, O. Henry, Franz Kafka, Ernest Hemingway, Arthur C. Clarke, Kurt Vonnegut ve daha nice dünya edebiyatına damga vurmuş yazarın yolu da flaş-kurgu ile bir şekilde kesişmiş.

1920’li yıllarda adı “short short story” olmuş ve seçkin yazarların “kısa kısa öyküleri” devrin prestijli magazin dergisi Cosmopolitan’da yayınlanmaya başlamış. 

Zaman içinde 50 kelimeyi geçmeyen hikayeler için mini-saga ya da “dribble” tabiri kullanılırken, 100 kelimelik hikayelere mikro-kurgu veya “drabble” denmeye başlanmış. 

Ve kaçınılmaz son…

Hayatlarımıza sosyal medyanın girmesiyle 280 karakterlik “Twitterature”, kaba bir çeviriyle “Twitterbiyat” ile tanışmışız.

Yani pek çok kişinin “140 karakterle derdimi anlatamıyorum” veya “dergiden yazı istediler, 3000 vuruş sınırı var” serzenişi aslında pek de temeli sağlam bir yakınma değil. Bugün The New Yorker’ın sırf flaş-kurgu için ayırdığı kocaman bir sayfası var. Popüler dergiler okuyucularını altı kelimelik hikayelerini yazmaları için cesaretlendiriyor ve bu hikayelerin bir kısmını kitaplaştırıyor. Dahası, eski bir egzotik dansçının 2015 yılında paylaştığı 148 twitten oluşan hikayesi 2020 yılında A24 tarafından beyaz perdeye taşındı.

Eğitim ve toplantılarda üzerinde en çok kafa patlattığımız konulardan birisi hikâye anlatıcılığının geleceği. Bazen geleceğin ipuçlarını, geçmişin izini sürerek bulmak mümkün ve işte o ipuçlarından birisini takip ettiğinizde kendinizi flaş-kurgunun olağanüstü dünyasında buluyorsunuz.

İnsanın dikkat aralığının neredeyse Japon balığı ile kıyaslandığı – bu da bir başka şehir efsanesi elbette – bir dönemde yaşıyoruz. Belki durum bu kadar vahim değil ama yine de alışkanlıklarımızın korkunç bir hızla değiştiği gerçek. Bundan 5 sene önce günde 5,5 saat televizyon izleyen Türk insanı artık televizyon karşısında sadece 2 saat 44 dakika geçiriyor. Sosyal medya kullanımı, TV izleme süresini geçmiş durumda. TV kanalları daha bu krizi aşamamışken şimdi bir de art arda ortaya çıkan dijital platformlar var. Egemenlik el değiştiriyor. İnternet öylesine büyük bir kaynak ve cep telefonları da artık o kadar akıllı ki parmağımızın küçük bir hareketiyle beğenmediğimiz bir yazıyı, resmi, müziği veya videoyu değiştiriyoruz. Irksal farklılıkların, cinsiyetin eridiği, sınırların anlamını yitirdiği ve en önemlisi de seçme özgürlüğünün neredeyse sınırsız olduğu bir dönemden geçiyoruz. Dikkat aralığımız kısalmıyor aslında, zevklerimizi özgürce şımartıyoruz. Hikayelerimizin de değişen bu dünyaya ayak uydurması gerekiyor.

Sosyal medyamızın dayattığı karakter sınırlaması belki de beraberinde kısa, ama çok kısa hikayeler yazabilen olağanüstü yetenekli hikayecileri de getiriyor. 

Yapılan araştırmalar flaş-kurgunun sadece edebiyat veya sosyal medya özelinde kalmayacağını, pandeminin de etkisiyle alışkanlıkları altüst olan tüketiciye sesini duyurmaya çabalayan reklam, pazarlama veya satış personelinin de bugün ve gelecekte bu yeteneğe ciddi ölçüde ihtiyaç duyabileceğini gösteriyor. Son yıllarda sıkça karşımıza çıkan “snackable content” de belli ki bu ihtiyacın reklam/pazarlama dünyasındaki yeni karşılığı oluyor. Yani artık uzun uzun reklam metinleri hazırlarken veya film kıvamında reklam videosu çekerken bir kez daha düşünmek, mükellef bir sofradan ziyade atıştırmalık tadında içeriğe hazırlanmak gerekiyor.

Küçük Prens’in Yazarı Saint-Exupéry’in günümüz içerik üreticilerinin kocaman harflerle baş uçlarına asmaları gereken o muhteşem sözü ile bitirelim:

“Mükemmelliğe, eklenecek bir şey kalmadığında değil, çıkarılacak bir şey kalmadığında ulaşılır.”

Sağlıkla kalın…

Nuri Sevsem Gürvardar

Yazar, Eğitmen

 

 

 

Bu yazı ilk kez Campaign Türkiye’nin 117. sayısında yayımlanmıştır.

Exit mobile version