artwork

Reklama ihtiyaç ve talep Türkiye’den düşük

3 yıl önce

0

M&C Saatchi Berlin Kıdemli Sanat Yönetmeni Tolga Ülkümen, kuralcılığıyla tanınan Almanya’da reklamcı olmanın hem iyi hem de kötü yönlerine değinirken İstanbul’a ve sıcak insanlarına olan özlemini dile getiriyor.

Yeditepe Üniversitesi Grafik Tasarım Bölümü’ne tam burslu ve birincilikle kabul edilmem ile Ankara’nın ayazından İstanbul’un ılıman havasına taşınma kararı aldım. O zamanlardan gözümü yurt dışına dikmiştim zaten. Son senemi Amerika’da okumak üzere California State Üniversitesi’nin Los Angeles kampüsüne transfer oldum. Orada bir sene Grafik Tasarım okudum, Amerika’nın çılgın kampüs hayatını dibine kadar yaşadım. Evet, fraternity’ler, sorority’ler, delta sigma phi logolu kardeşlik evlerinde partileyen gençler… Hepsi izlediğimiz filmlerdeki gibiydi. O dönem National Lampoon’s Animal House, Fast Times at Ridgemont High, Dazed and Confused gibi filmleri defalarca izledikten sonra kendimi tam da içinde bulunca, aklımda sadece tek bir şey vardı: “Yurt dışında yaşamalıyım.”

2009 senesinde Amerika’dan döndükten hemen sonra TBWA\İstanbul’da illüstratör olarak çalışmaya başladım. Yaklaşık dört ay sonra sanat yönetmenliğine geçiş yaptım ve yedi senem TBWA’de geçti. Kariyerimizde unutmayacağımız işler yaptık, ödüller kazandık, İlkay’ıyla Volkan’ıyla, efsane kemik kadrosuyla birçok işi başardığımız seneler geçirdik. IKEA, McDonald’s ve Efes gibi büyük markalara çalışma fırsatı buldum. Yedi senenin sonunda yurt dışına açılmak için harekete geçtim.

Yurt dışına açılmanın en sıkıntılı taraflarından biri başvuru süreci. Bir iki yere mail atıp beklemekle olacak iş değil. Ajansların pozisyon açıklarını doğru zamanda yakalayabilmek için biraz mesai harcamanız gerekebilir. Tabii bir de sadece en iyi işlerinizi sıraladığınız, aralara serpiştirilmiş ödüllükler ve kişisel projelerin olduğu bir web sitesi. Öncelikli hedefim reklam ajanslarının çekiciliği bakımından Amerika’ydı. Başvurularım sırasında her ne kadar harika dönüşler, iki tarafın da yükseldiği Skype görüşmeleri, ‘ben seni ekibime alıyorum kardeşim!’ler yaşansa da, işin içinde sponsorluk ve çalışma vizesi oldukça süreç hiç de kolay olmuyor. İşimi kolaylaştırmak için green card başvurularında bile bulundum. O sene aynı ajansta, hem de iki metre sağımdaki masada oturan başka bir Tolga’ya green card çıktı. İstatiksel olarak tekrar bu kadar yakın mesafedeki başka bir Tolga’ya green card çıkmaz diye düşünerek bu sevdadan vazgeçtiğim sırada beklemediğim bir yerden, Berlin’den teklif geldi.

Yıllarca TBWA’de beraber çalıştığımız, gözünü yurt dışına dikmiş bir reklam yazarı olan Çağrı Saka’yı da katılmaya ikna ederek, Almanya’ya doğru yola çıktık. 2017 Mayıs ayında M&C Saatchi Berlin ajansının balkonlu tek odasına ilk Türk couple olarak oturduk.

Her yurt dışına çıkanın mutlaka yaşamış olduğu bir adaptasyon süreci geçirdik. Çalışma sistemleri bizden epey bir farklı. Bizde fikir önemliyken, onlarda her şeyin bir kuralı, puntosu, fontu, sunum sayfası ölçüsü var. Bir yılın sonunda biraz biz kurallara uyarak, biraz da onların kurallarını gevşeterek orta yolda buluştuk. “Şöyle bir fikrim var abi” diyerek kağıda karaladığımız iki cümleli fikir anlatma seansları tarih oldu.

Almanya’da çalışmanın artılarını da eksilerini de yaşadık. En önemli artısı, özel hayata saygı. Türkiye’de ajansların birçoğunda unutulan bir ‘değer’. Saat 18:30 oldu mu ajansta bir kişi bulunmaz, ajansın kapısından çıktığın andan itibaren ne aranırsın ne de posta kutuna yeni bir e-mail düşer. Çok acil bir durum olmadığı sürece hafta sonu rahatsız edilmezsin. Hatta bir gün izin almak için yönetici yaratıcı yönetmenin odasına girmiştim. “Ben yarın gelemeyeceğim çünkü dokt…” cümlesini kuramadan beni susturdular ve gelememe nedenimi bilmek istemediklerini söylediler. Meğer izin alacak kişiye nedenini sormak yasakmış. Ayrıca bir çalışana özel telefonundan mesai dışında ulaşmak da büyük bir ayıp. Hal böyle olunca insanın kendine bolca zamanı kalıyor. İstanbul’da keşfedemediğim şeyleri burada keşfetme fırsatı buldum. Mesela kişisel projem olan el çizimi animasyon filmim üzerinde çalışabiliyorum. En önemlisi de ailemle ve aileye yeni katılan bebeğimizle daha çok zaman geçirebiliyorum. 

Bir diğer artısı iş teslim süreleri. Başta 2019 yılbaşı filminin brief’ini 2018 şubat ayında almamıza aşırı şaşırırken, şimdi üç ay sonra teslim edilecek bir projeye “nedir bu acele canım?” demeye başladık bile.

Eksi yönlerine gelirsek, mesela reklamcılık anlayışı burada alıştığımızdan çok farklı. Türkiye’de “Ben reklamcıyım” demek ne kadar havalıysa, burada bir o kadar sıradan. Bu da iş yapma hevesini ve yaratıcılığını epey bir törpülemiş. Eğer Berlin’e Türkiye’den gelen bir reklamcıysanız, ajansın yaratıcı parlak çocuğu olma şansınız çok yüksek çünkü çabalayan tek kişi siz olabilirsiniz. Burada Türkiye’deki kadar çok tüketim yok ve reklama bizdeki kadar ihtiyaç ve talep de yok. Türkiye’de olmayan paramızla bir şeyler alıp taksite girmeye bayılırken burada durumlar tam tersi. Yanımda oturan Alman bir reklam yazarının bana söylediği bir söz, durumu çok net özetlemişti: “Eğer bir şeyi cebindeki parayla alamıyorsan, onu almayı hak etmiyorsun demektir.”

Bir diğer zorlandığımız konu ise Alman içgörüleriydi. Ajansta çalışan Almanlar kadar gündeme hakim değildik. Özellikle bu Türkiye’den gelen metin yazarlarını zorlayacak bir durum olsa da bir süre sonra orta noktada buluştuk. Biz İngilizce yazıyoruz onlar Almanca’ya çeviriyor, yazdığımız Amerikalı ünlülerin isimlerini Alman ünlülerle değiştiriyorlardı. Hatta bence Alman yazarların işi bizden daha zor. Almanca jingle yazmayı bir deneyin bakalım, Almanların upuzun kelime yapılarına aşina olan bilir, kelimelerin sonu gelmez. Yanımızdaki Alman ekip tam üç ay boyunca ‘Pink Floyd – Another brick in the wall’ şarkısına Almanca söz yazmaya çalışırken kendilerini harap etti. Sığmıyor, kelimelerin yerlerini değiştiriyorlar, birini öne diğerini geri alıyorlar, Almanca kelimeler bir türlü sığmıyor, sığmıyor… Alman yazarların da işi çok zor.

Yurt dışında çalışıyor olmak bize ne kadar farklı bakış açısı kazandırsa da, farklı zorluklar deneyimletse de İstanbul’da ‘executive’in odasına fikir anlatmaya girip iki lafın belini kırmayı, cuma akşamları Arnavutköy’deki kalabalık masa muhabbetlerini özlüyor insan. Almanya soğuk memleket.

Bu yazı ilk kez Campaign Türkiye’nin 112. sayısında yayımlanmıştır.