artwork

Lux et veritas

2 yıl önce

0

İnsanın hayallerinin olmasının en iyi tarafı ne biliyor musunuz, gerçek olma ihtimalleri. Çünkü hayaller, inanmazsınız belki ama eninde sonunda gerçek olabilen şeyler; istemek, o ihtimali kendine çok görmemek gerekiyor öncelikle. Ben şimdi size o ihtimallerden birinin gerçek olmuş hali ile yazıyorum.

Dünyanın en prestijli liderlik programlarından biri olarak kabul edilen Yale Üniversitesi’nin M. Greenberg World Fellows programına her yıl binlerce insan başvuruyor, aday gösteriliyor. Bu yıl hem adaylık süreci hem de başvurum sonucu davet edilen on altı kişiden biri de benim.

Haklısınız, bence de çok garip çünkü Türkiye’den, hele ki kariyerinin büyük bir bölümünü reklam sektöründe geçirmiş birinin, dünya çapında bir liderlik vasfı olabilir mi? Ben de başta böyle düşündüm ama asıl soru bu değil, asıl soru şu: Başımıza gelen her iyi şey için önce kendimizden şüphe etmeyi bize kim öğretti? Biz bunu öğrenmemiş halimize nasıl geri dönebiliriz? Dönebilir miyiz? Bu program benim için bunu mu yapacak? En azından… Yoksa çok daha büyük kapıları açmak istemem için içimde gizliden gizliye yanan o ateşi mi harlayacak?

10 Ağustos’tan bu yana Amerika’nın en güzel küçük şehirlerinden biri olan New Haven’da her dakikasından ayrı öğrendiğim, her dakikasıyla bir yanlış bildiğimin daha üstünü çizdiğim bir tecrübe yaşıyorum. Bunu da sizlerle paylaşmak, bu bilgiyi, bilgelikleri her yere yaymak isteğiyle doluyum. Fakat buranın bana kattıklarının kitaplarla, derslerle, çok önemli insanların çok önemli kimlikleriyle pek ilgisi yok inanın.

Dünyanın, manzaraya hakim bir yerinde özgürce, telaş etmeden durabilmenin ve o anı her şeyiyle değerlendirebilmenin öğrettikleri ile ilgili hepsi. Bir şeylere şaşırabilmenin sunduğu entelektüel avantajdan söz edilir, bildiğin her şey sayesinde bilmediğine sevinmektir bu aslında. Ne yazık ki normalde, bunu yaşayacak ne zamanımız var ne de kendimize bu izni veriyoruz.

Şu an en temel farkımız da bu aslında. Ben sizden 7 saat uzakta, Prospect Street’teki küçük evimin üst katındayım ama aslında tek fark, ben kendime verdiğim izni ve yarattığım zamanı yaşıyorum. Dünyanın en iyi üniversitelerinin birinin içinden, en ayrıcalıklı bir yerden, bunun getirdikleri ve götürdükleri ile beraber “durdum” ve dünyaya bakıyorum. Burnumun dibinde olmasına rağmen daha önce görmediğim onca şeyi görerek, fark ederek, şaşırarak…

Kültürümüzde pek karşılığı olmayan bir konu; kişinin kendine izin vermesi, alan açması ve daha önemlisi bunu yapabildiği için ödüllendirilmesi. Bu program ve dünyadaki benzerleri bunun için var. Potansiyeli olan ve katma değer yaratabilecek insanların, bunu yapabilmeleri için rutinlerinden kopmaları gerekiyor. Bu programa yapılan milyonlarca dolarlık yatırımı buna değer kılan bir “izin” bu çünkü bu programdan Putin’e rakip olmaya, Orta Doğu’yu savaşla değil sanatla anlatmaya, siyaset okulu kurmaya karar verenler çıkıyor. O durma hali birikip, zembereğinden boşanmış bir saat gibi şakır şakır akıyor belli ki zamanı gelince. Çıta çok yüksek evet ama takılmayın, ben çoktan beridir o çıtayla psikolojik mücadele halindeyim, gelişmeleri aktarayım.

Burası, “imposter syndrome” çukurunun en derin yeri. Biliyorsunuz kadınlar üzerinden tespiti yapılmış bir kavramdır aslen, özellikle kadınlarda daha çok rastlanır, başarınız arttıkça aslında başaramadığınız ortaya çıkacak diye bir korkuya kapılırsınız. Burada herkes bu hastalıktan muzdarip. İlk bir hafta bütün şakalar bunun üzerine yapıldı. Herkesin gözünden okunuyor. Yani burada bir reklam ajansının koridorlarında yürüyen ‘küçük dağları ben yarattım’cıların estirdiği rüzgarın bir benzeri yok. Çalışanlar, hocalar, öğrenciler, yöneticiler herkes her an foyası ortaya çıkacak telaşında. Tabii bunda Yale’in üzerinize çöken İngiliz mimarisinin asaletinin de bir etkisi var. Sanki sokaklar bile kimlik soruyor gibi geliyor insana, kimsin sen ne işin var burada ne hakla. Bunun da bir çeşit salgın hastalık olduğunu anlayınca rahatlıyorsunuz. Bu dünyanın en yüksek tepelerinden birinde dururken, tam o anda uçuruma bakarak yükseklik korkunuzu yenmeye benziyor. Üstelik yalnız değilsiniz. Hep beraber çok korkmuşsunuz ama korkacak bir şey de yokmuş, meğer güvendesiniz.

Kendine güvensizliğin en derin çukurundan, burada çok güvendeyim ve yalnız değilim hissi ile çıkıyorsunuz. Hiçbir şeyimizin düşünülmediği, hatta çoğu zaman kötülüğümüzün düşünüldüğünü hissederiz. “Bunu nasıl düşünemezler!” ile “İnadına yapıyorlar!” isyanımız birbirine karışır bizim. Bu da güven duygumuzu örseler, herkesten her şeyden şüphe ederiz.

Oysa burada, benim gibi “deneyimin tasarlanmasına” takıntılı birini bile hayrete düşürecek bir düşüncelilik karşılıyor sizi. Çok iyi kalpli oldukları için değil, burası bir tatil köyü olduğu için de değil, durup düşündükleri için. İki hafta karantinaya gireceğinizi bilerek, size tüm alışverişi yapılmış, tertemiz bir ev açıyorlar mesela. Asistanınız gibi çalışarak, her detayı yavaş yavaş önünüze seriyorlar, dinlenmenizi, şu an onu düşünmememizi de düşünerek. İnsanın bir yere hoş geldiğini hissetmesi bu kadar basit işte. Sonsuz zenginliklere, aşırı sofralara, beş yıldızlı otel konforuna gerek yok. Çamaşırhanede lazım olacak çeyrekliklerin paket halinde çekmeceye konulmuş olması yeter.

Kendinizden şüphe etmediğiniz ve birlikte güvende hissettiğiniz an, bir çeşit iyileşmenin başladığını hissediyorsunuz. En azından benim ilk büyük hissim bu oldu. Boynunu bükmüş bir çiçeğin yeniden başını kaldırması gibi bir güç hissettim omuzlarımda.

Kaçan, kosan bir tren değildi Yale, beni bekliyordu, her şey gibi bir zamanı vardı ve benim deli deli sağa sola yetişmem gerekmiyordu. Bana öğretilenlerin tam aksi. Erken git, sen bekle, ona da yetiş, erken kalk geç yat, her şeyi hallet. Burası böyle değil, tam tersi. Erken gelmek uygun değil. Tam saatinde. Çünkü kaçmıyoruz, yakalamıyoruz. Bulunuyoruz. Velhasil aldığım nefeslerin eğitimlerle değil, tam da bu hislerle farkına varıldığını keşfettim bu sayede, kendi nefesimi hissedebildiğim bir yerdeydim artık.
Şimdi size aldığım ve kaydettiğim kıymetli nefesleri yazacağım, her hafta bir yazı. Bu yazıları güncel ama derinlikli tutmaya çalışacağım. O sebeple hislerim, dönüşümüm kadar, buradaki derslerden, okunan kitaplardan, konusulan temalardan, tanıştığım özel insanlardan bahsedeceğim. Takibi kolay olsun diye de kategorize ediyor olacağım. Benim de küçük bir günlüğüm olacak böylece. Birlikte takip ettiğimiz bir macera.
‘Peki bu ilk yazıdan ne öğreneceğiz Ömür? Üzerimize biraz Yale at, bizi hap bilgilere boğ, syllabus’ları mail at, bütün kütüphaneyi indir, Ömür bize 120 satırda Yale’i bitirt…’ Hayor. Bu yazıyla Yale’e gidip oradan en hızlı şekilde mezun olmaya çalışmayacağız. En azından bu hafta böyle yapmayacağız. Bu yazıyla birlikte bu hafta önce hep beraber bir “duracağız.”
Kendimize izin vereceğiz. İyi olma izni. Yani iyiyim ben, hiç fena degilim izni. Sen de iyisin diyeceğiz yanımızdakine. Yabancılara gülümseyeceğiz (ödev). Güven veren bakışlar salacağız etrafa. Hayal kurmanın gerekliliğini, gerçekleşebilecek güzel ihtimallerin varlığını kabul edeceğiz. Küçük bir kağıda bir hayalimizi yazıp cebimize koyacağız ayrıca, kendimize söz vereceğiz şimdi bu yazıyla, hepimizin gidecek Yale’leri, belki daha güzelleri var, her birimiz kendimizinki için neden olmasın diyeceğiz.

Ömür Kula Çapan

Reklamcılar Derneği Yönetim Kurulu Üyesi 

Yale University M. Greenberg 2021 World Fellow