Site icon Campaign Türkiye

Kanal ve ağzı kime mi göre? Dinleyin!

Siz her konuştuğunuz kişiyle aynı şekilde mi konuşursunuz?

Ya da aynı tonda? Peki seçtiğiniz kelimeleri nasıl seçersiniz? Lehçeniz? Hızınız?

Sınıfa giriyorum ve diyorum ki: Üçe kadar sayacağım ve bana aynı anda kendinizi tanıtın. Herkes aynı şekilde isim ve soyadını söylüyor. Yani ben hiç bir şey duymuyorum uğultudan başka. Sonra bir anda masanın üzerine zıplayıp bağırarak ismimi söylediğimde tüm sınıf buz kesiyor. Sonra soruyorum hangi tanıtım daha etkiliydi, dikkat çekiciydi? Sizin ki mi, yoksa benimki mi?

Başka yerlerde de tekrar tekrar yazdığım gibi, olay bundan ibaret. Adeta iki ölümcül hastalığa tutulmuş iletişim dünyamız:

 1. Aynı şekilde iletişim yapıyoruz; duyulmadığımız hatta dinlenmediğimiz ve anlaşılmadığımız için anlamlaşamıyoruz.

2. Yatırım yaptığımız, uğruna paralar harcadığımız markalarımızın şirket pazar değerlerine katkı paylarını ölçtürmüyoruz. Hatta durum o kadar vahim ki bu iki konu gündeme gelince “biz zaten yapıyoruz” ya da “ne gerek var” diye cevap veriyoruz.

Nasıl konuşuyoruz?

Birinci konuya değinmek istiyorum. Aslında hangi kanal ya da etkileşim noktasında olduğumuzdan daha önemlisi, orada nasıl konuştuğumuz.

Baktığımda iletişim kısa zaman önceye kadar şirketlerin önceliğinde değildi; ama iletişim anlamında iletişim. Şimdi bu ne demek demeyin! İletişim kurumlar için monolog anlamına geliyordu. Yani sadece konuşsunlar. Dinlemeden. Duyulup duyulmadıkları da önemli değildi. Hatta şirketler iç ve dış iletişimlerini önemsemiyor, bu konuya bir gider olarak bakıyor (gerçi halen öyle bakıyorlar) ve süreci kısıtlı bütçe ve alaka ile yönetiyorlardı.

Bu yüzden birçok şirket bu Geny Age & After yani AG dediğim çağa hazırlıksız yakalandı. İnteraktif iletişim iş dünyasında o kadar hızlı bir şekilde önem kazanmaya başladı ki, birçok yönetim adapte olmakta zorluk çekiyor. Gelişen teknoloji her geçen gün yeni iletişim kanalları türete dursun Geny Age sakinleri de kendi tekniklerini sürekli artırıp yenileyerek bambaşka bir boyutta temas kuruyorlar.

Verimlilik, zaman yönetimi, süreçler vb. sistemler üzerine yoğunlaşmış şirketler bu gerekliliği ya süreçlere bağlamaya çalışıyor ya da ‘kestirmeden’ çözmeye çalışıyor ve başarısız oluyor. Elzem duruma yükselen interaktif iletişimi çevik bir stratejiye ve reflekse oturtmadan oldu-bittiye getirerek halletmeye çalışmanın şirketlere geri dönüşleri pek parlak olmuyor. Kalıplar ve kendi yarattıkları yeni kalıplar içerisinde boğuluyor hatta kendi kendilerine zarar veriyorlar.

“Hocam, bu dinozorluk”

Aslında en vahim hatayı bir iletişim kanalı için spesifik olarak yazılmış/tasarlanmış bir demeci, başka bir kanal için de kullanmaya çalışarak zamandan ve iş yükünden tasarruf etmeye çabalarken yapıyorlar. Ve bu şirketler çoğunlukta hala. Bir öğrencimin de dediği gibi “Hocam, bu dinozorluk”.

Farklı yemekleri yeme adabı gibi, her iletişim kanalının da kendine özgü bir adabı var. Resmi bir iş toplantısında kullanılan ton, internet ortamında şirket bloğuna yazarken, Twitter’da fikir paylaşırken kullanılmamalı. Doğru iletişim kanalını seçebilmek yeterli olmuyor. Her mecranın hedef kitlesi farklı, bu yüzden kullanılan ton ve anlatım stili farklılık göstermeli. “Ama Semih hocam, bu bizim kurumsal duruşumuza ters” diyenlere cevabım: “Komik oluyorsunuz!” Twitter’da sizi kim okuyor acaba? Yani o ağdalı laflarınız zaten o kadar karaktere nasıl sığsın? Uyanın lütfen! Biraz adaptasyon, evrim, hayal, yenilik kelimelerini gözden geçirin. Bu “DİNOZOR” lafını çok sevdim…

Ortalık “manasız gürültü” dolu

Twitter’da atılan tweet’lerin %40’ının “manasız gürültü” olduğunu düşünen kimseler var. Bu görüşe karşılık olarak sunulan bir bakış açısı da bu %40 oranındaki tweet’lerin “sosyal öğreti” ve “çevresel farkındalık” olduğu yönünde. Twitter’ın yaratıcıları onu bir sosyal ağdan çok, bir bilgi ağı olarak görüyor. Peki yine tekrarlıyorum bu damarlarında mavi kan dolaşan güzide şirketler Twitter’dan iletişim kurmaya çalışırken bu ağı ve kullanıcılarını ne kadar iyi tanıyorlar?

Teknolojik gelişmeler sürekli yeni bir yaşam tarzını doğurdu diyorlar, ama aslında bu yaşam tarzını oluşturan o teknolojiyi kendi hayal güçleri ile kendi yaşam döngülerinin içine alan yeni jenerasyonlar. İleride ne, nasıl olacak diye merak ediyorsanız yarın bir yuva sınıfına gidin ve resim ya da sanat dersine girin. İnsanların hayatındaki aşırı bilgi akışında kendini dinletebilmek ve sivrilebilmek için dinleyici kitlenin dilini konuşabilmek gerekiyor. Ana sınıfı buna süper bir örnek!

Seçici konumda olan şirketler, şimdi seçilen konumda. Kişiler artık birer tarayıcı. Bu bilgi kalabalığında, yalnızca kendilerine hitap edenleri seçiyorlar. Dolayısıyla şirketler ve şahıslar iletişim esnasında mesajlarını kanal kitlesine hitap edecek şekilde adapte etmeli.

Gençlerden bizlere mesaj

Bakın, gençler bana ne diyorlar: “Gençlerin tek tipleştiğini düşünenlere yanıldıklarını söylemek istiyoruz. Güncel kalmaya çabalayan ve trendlerden haberdar olup uyum gösteren genç nüfus aynı zamanda özgünlüğe, farklılaşmaya ve bireyselliğe de önem veriyoruz. Kendimizi ifade etmekten, aykırı yönlerini göstermekten gocunmuyor, korkmuyoruz. Bu durumda, şirketlerin biz yeni neslin dikkatini çekebilmeleri için bizim hayatlarımıza ortak olması gerekiyor. Biz bireyleri tanımaya özen gösterip bize birebir dokunmanız gerekiyor.”

Görüldüğü üzere kurumlarım kendi kendilerine ortalığa adeta bağırıp çağırırcasına yaptığı reklam ve PR bombardımanı bir yatırım olmaktan çıkıyor, boşa harcanan kaynak ve emek oluyor.

Buna bir örnek gösterin dediğimde üniversitede bazı öğrenciler, “Liv Hospital stratejisiz iletişiminin bir sembolü ve kaynak israfının en güzel örneği bu aralar” diyorlar. Dinleyelim: “Görünür olmaya inanmış, reklamlar yağdırıyor. İstanbul’dakiler hangi yöne kafalarını çevirse bir Liv Hospital ilanı görüyorlar. Kendini soğuk ve hüzünlü hastane atmosferi ile bağdaştırmak istemeyen Liv Hospital bu stratejinin doğru aktarımını yapamadı maalesef. Kullandığı iletişim kanallarının ‘ağzına’ dikkat etmeden İstanbul’un her köşesine yapıştırdığı ilanlar, reklam filmi ve mimarisi, donanımlı bir hastaneden çok yeni bir AVM açıldığı hissini veriyor. İnsan sağlığı gibi hassas bir konunun ticari boyutuna bu denli dikkat çekmesi, daha işin başından algısına yazık etmesine sebep oldu.”

Elbette daha bir çok örnek sıralamak mümkün. Peki iyi örnekler yok mu? Bu soruyu sorduğumda pek bir yanıt alamıyorum. Ya hatırlamıyorlar ya da hatırlamak istemiyorlar.

London School of Economics’in kurucularından Nobel Ödüllü yazar George Bernard Shaw şöyle diyor: “İletişim konusundaki en büyük sorun gerçekleştiği yanılgısıdır.”

 

Semih Yalman / Editor in Youth

Bu yazı Campaign Türkiye’nin Şubat 2014 sayısında yayınlanmıştır.

 

 

Exit mobile version