artwork

Kadının Adı Var: Adalet

2 yıl önce

0

Bu hafta programın başına döneceğim biraz; programın başında kim olduğumu anlatmaya çalıştığım bir konuşmada başlayan bir kimlik arayışını, buradaki diğer konuşmalarımla ve tecrübelerimle şekillenenleri, Türkiye’ye uzaktan baktığım sürede berraklaşan kadın olma dertlerimle harmanlayacağım.

Buraya ilk geldiğimizde, henüz kimse karantinasından çıkmamışken hatta daha doğru tabir, buraya kadar gelmiş ama henüz kozalarımızdan çıkıp kelebeklere dönüşmemişken, hepimiz kendimizi anlatan birer konuşma yapmıştık. Bu konuşmanın alametifarikası ve aynı oranda da çok zor olan tarafı, başarılarımızı, ailemizi, iş tecrübemizi, yaptığımız projeleri yani normalde bir özgeçmişe yazacağınız hiçbir şeyi anlatmadan, bambaşka şeyler üzerinden kim olduğunu tanımlayabilmek üzerineydi. Hepimiz çok zorlanmıştık. Üstelik 30 dakika konuşmamız bekleniyordu. Neredeyse hepimizin kendi içimize dönüp, kimi acıları, yaraları ve hatta kapanmamış ama üstü örtülmüş hesapları yeniden önümüze koyup ameliyat etmesi gerekmişti. Evinizden uzak bir ülkede zaten zorlu olacağını bildiğiniz bir programa bu şekilde başlamak tabii ki hiç akıl karı değil. Bu dağılan makineyi sonra nasıl toplayacaksınız? Bu yüzden program boyunca size eşlik eden profesyonel psikologların size özel koçluk yaptığını ve programın bu açıdan da bir kendini keşfetme süreci olduğunu söylemeliyim.

Konuşmalar çok çarpıcıydı. Çok erken yaşta evladını kaybetmekten, annesinin faili meçhul ölümüne susmak zorunda bırakılmaktan, sosyal bir projenin bir parçası olmak üzere ailesinden ayrılıp tek başına çalışarak büyümek zorunda kalmanın sancılarına, erken ölen bir hayat arkadaşının ardından çocuklarına sarılan, başarılarının ardında kimsenin bilmediği ölüm tehditleri ve akıl sağlığı sorunları olan, mutlu bir ailenin mutlu bir çocuğu olmasına karşın yanlış bir coğrafyada doğmanın yanlış anlaşılmalarına maruz kalan, hayatını başkalarına adarken ona hiçbir zaman anne diyemeyecek olan bir çocuğun annesi olmanın hüznünü gülüşünde taşıyan, kardeşini dünyanın en güçlü devletinin elinden kurtarmaya çalışanlarımıza kadar herkes, tek tek çok derinlerde bir yerlerde sakladığı bir şeylerini, bir mücevher gibi korkmadan birbirine uzatmıştı. Herkesin bir derdi olması gerekmiyor elbette ya da programın ön koşulu “acılar çekmiş” olmak değil ancak insanı tüm kimliklerinden ve kendini anlatmaya alışık olduğu biçimlerden soyunmaya zorladığınızda, geriye gökkuşağı fışkırtan tek boynuzlu atlar kalmıyor maalesef. Tam aksine geriye kalan; konuşmaya alışık olmadığımız hatta belki bilerek konuşmadığımız, konuşmaya başlarsak sonrasında olacaklardan korktuğumuz bazı karanlıklar ya da henüz keşfedilmemiş topraklar oluyor.

Belki de hepimizin aslında kim olduğu, çözülmemiş dertlerimizin birleşiminde yatıyor en çok. Sosyal medya çağında aslında bunun tam tersinin doğru olduğuna, inanılmaz derecede iyi, mutlu; daha da önemlisi herkes gibi olduğumuz fikrine herkesi inandırmak hastalığına kapılmış durumdayız. Büyüklerimizin lafıdır: “Kan kusacaksın kızılcık şerbeti içtim diyeceksin.” Kimseye gerçekte ne olduğunu söyleme, gizli bir köşede ağla, gizli bir köşede çalış, gizli bir köşede başar. #goodvibes only. Bu sıkı alışkanlığı bırakıp da kendinden bahsetmek kolay değil.

Benim kendimle ilgili konuşmaya alışık olmadığım, konuşmayı da kesin olarak çok iyi bilmediğim ‘asıl kim olduğum’ meselesi ise; üzerine günlerce düşününce ortaya çıktı ki, “kadın olmak” derdiyle ilgiliydi. Beni tanıyanlarınızın çok şaşıracağı ya da hiç şaşırmayacağı kadar garip bir durum bu. Kiminize son derece kadın, kiminize bu ne biçim bir kadın gibi göründüğümü çok iyi biliyorum zira.

İçimden çıkmaya çalışan bir kadın vardı kırk yıldır, bunun farkındaydım. Belli başlı çıkışlarında kafasına vurduğum, kimi zaman iyice korkutup derinlere kovduğum, kimi zaman yok saydığım, bazı açılardan hiç tanışmadığım, çoğu zaman cezalandırdığım bir kimlikti bu. Benimle ilgili birçok şeyin sebebiydi, iş hayatında bana “Ömer” diye seslenilen, sadece erkeklerin olduğu toplantılarda “o bizden” diyerek sırların anlatıldığı, cinsiyetsizleştiren “küçük” tabirleriyle çağırıldığım ortamlarda çalıştım. Erkek olsam daha iyi olurdu bir durumdu benimkisi belli ki, dedemin de doğduğumda dediği gibi: “Erkek olsaydı daha iyi olurdu.”

Cinsel yönelimlerinden bahsedip, kendimi huzurunuzda bir dolaptan çıkarmaya çalışmıyorum, o heyecanla okuyorsanız burada bırakabilirsiniz. Cinsel yöneliminizin erkeklerden yana olduğunu bilmeniz “kadın olmak” fikri ile barışmanıza yetmiyor maalesef çünkü kadın bu dünya üzerinde yaşamış en politik varlık olarak, bütün dertlerin, edilgenliklerin ve etkinin merkezinde oturuyor. Bu varlığın tanımına ermek, içine sığmak, gerçek anlamda anlamak, dayatılanı gerçek olanından ayırmak çok zor. Bu kimliğin içinden dünyayla ilişki kurmak çok daha zor.

Bu yüzden benim açılış konuşmam, kadın olmam, olamamam üzerineydi. Bu konuda becerebildiklerim, beceremediklerim ve yıllar içinde bu meseleyle ilgili dönüşen bakış açımın, bu yüzden çektiğim acıların ve mutlulukların beni nasıl tanımladığı üzerineydi. Bu böyle bir gururlu kendini tanımlama şekli değil yanlış anlaşılmasın. Bu, ‘sen nesin?’ diye sorulduğunda balık değilim, kuş değilim, dört ayaklı değilim, onlar gibi değilim, bana başka bir kurallar koyuyorlar, o halde ‘bu ben miyim?’ üzerine bir arayış hatta kayboluş daha çok…

Kadın olduğum için bazı şeyleri “yapamaz” olarak büyütülmüştüm örneğin. Tam tersi kadın olduğum için çok daha becerikli, farkında ve görünür olduğumu şaşkınlıkla tecrübe ederek. Kadın olduğum için “hedef” olduğum durumlarda kalmıştım. Etrafımı saran sinsi niyetlere karşı koruma amaçlı “cahil” büyütülmüştüm. “Kurban” durumuna da düşmüştüm, kadın olmanın gücünü kendi çıkarıma kullandığım “suçuna” da maruz kalmıştım. Bütün bunların sonunda kendimi erkeklerin üzerinden, onların hayatımdaki yerine ve bana yapabileceklerine göre pozisyonlandırarak var etmeyi öğrenmiştim. 

Erkeklere göre neredeyim, âşık olduğum erkek beni sevmiyorsa ben kimim? Güzel ol dediklerinde topukluları, minileri giyiyor, çok dikkat çekme dediklerinde pijamalara bürünüyordum. Oturmayı bilmiyordum ama oturmayı bilmediğim halimle bana bakıldığını da anlamıyordum. Çok samimiydim, insanlara dokunuyordum, ama kimseye karşı özel bir hissim yoktu, ben sadece “eve yürüyordum”. Üstelik bütün bunların kadın olmamla ne ilgisi vardı? 

Bu konuşmadan aylar sonra bir salon oturumunda çocuk gelinler üzerine yapılan bir söyleşide, öğrencilerin tartışmasında kolaylaştırıcı olmam istendiğinde, grubumda yer alan ve cinsiyetlerini kadın, erkek ya da farklı şekillerde tanımlamayı seçen tüm öğrencilerin, aslında benzer bir arayışın içinde olduğunu fark ettim. Toplumsal cinsiyet rollerini tamamen reddetmeye, kendi hissettikleri insan olmaya çalışıyorlardı. Bu arayış onları kamçılıyordu; erkek olmak, kadın olmak, trans olmak, lezbiyen olmak, cinsiyetsiz hissetmek bunları birbirlerine göre tanımlayıp hem bir arada hem başka dertlerin çözümüne ışık tutmaya çalışıyorlardı. Kim oldukları ve olmadıkları üzerinden dünyayı tanımaya, anlamaya ve çözmeye çalışıyorlardı.

Biz bence bunu yaşayamamıştık. Bu açık sözlülükte kimlik konuşmayı bilmeyen bir coğrafyanın ve zamanın çocuklarıydık. Kimliğimizle ilgili kendi soru işaretlerimiz üzerinden empati kurabilmek ise bir utanç ya da kızgınlık sebebiydi en fazla. Oysa kim olduğumuzu ezberden yaşamanın yaratacağı yetişkinlik travmalarına kendimizi kurban etmekten başka hiçbir işe yaramadı bu durum. Özellikle kadın olanlarımız, kadın olmanın ne demek olduğunu hiçbir zaman tam anlayamadılar, anlayamadık çünkü konuşmadık, sormadık, merak etmedik. Oysa şimdi artık bu bir seçim. İnsanlar seçtikleri için “kadın”, ben seçmediğim halde ama olduğuma sevindiğim kadarıyla, yine de kayıptım bunun içinde.

Üstelik kadın olmak meselesini de mesele edemezdik, netti kadının rolü, belliydi, bizim de o role dair heyecanımız vardı. Kendi ayakları üzerinde durabilen, çocuk da kariyer de yapabilen, her şeyi halledecek olan, onu güçsüzleştiren sisteme orantısız bir güçle dalması gereken, sonunda gelinliğiyle en güzel düğünlerde salınması icap eden… Bariz olan eşitsizliğini, gizli bir başka eşitsizlikle çözmeye çalışan – daha çok çaba, daha büyük zorluk, herkes ağırlığını kaldırırken, ağırlığının üç katını kaldırması gereken ve bundan gurur duymaya mecbur bir kimlik… Erkeklere durmadan bir şey ispat etmesi, bir açıklama yapması gereken bir kimlik. Şimdi erkekler diyecekler ki “Bizim durumumuz farklı mı?” Bir erkeğin bir kadını tavlaması dışında bir şeyi ispat etmek ya da açıklamak durumunda kaldığını neredeyse hiç görmedim diyebilirim. Sorulan sorulara susma hakkı olan tek tür olarak erkekleri pek kıskanıyorum şahsen.

Bu ikilik insanı “her şeyin aslında bir pamuk ipliğine bağlı olduğu” duygusuna hapsediyor. O kadar çok şey başarılması gerekiyor ve onların tamamı o kadar çok efora bağımlı ki, bir yanlış adım, bir zamansız çıkış, her şeyi mahvedebilir. Oysa bir başkası için durum bu değil. Onlar için her yerde çıkış var. Hiçbir çıkış son çıkış değil. Düşünün ki kim olduğunuz kâğıttan bir gemi. Bir elinizde fön makinesi, bir elinizde kova.

Toplumun adaletini nasıl bozarsınız? Ekmeği aslanın midesine giden yolda herkes için farklı farklı yerlere koyarak. Kadından başlayarak bozulmuş bir adaletin içine doğmuşuz ve bunu kabullenip sistemin içinden sisteme rağmen karşı koymanın yollarını aramışız bunca zaman. Bunu bir de kimlik açısından düşünün. Kadınım ama kadın gibi davranmamalıyım demek bu. Kadın gibi davranmamalıyım ama şimdi kadın olduğumu göstermenin tam zamanı. Kimliğimizi daha az sayıda kartla oynarken, kazandıracak ya da kaybettirecek bir joker gibi kullanmak zorunda bırakılmanın sarstığı zihinlerde yaşıyoruz.

Ben yaşıyorum. Yaşıyordum. Şu aralar ise kimliğimi salt kadın olmanın üzerinden tanımlamaya çalışmanın yarattığı sarsıcılığı ve iyileşme ihtimalini yaşıyorum. 

Peki bir yere vardım mı? Ne demek kadın olmak? En azından Ömür özelinde bu kadının adı var mı yok mu? Yani bizi yok saydıkları yerde birleşip kocaman bir anonim olunca mı daha güçlüyüz acaba? Lafın gücü burada çünkü. Yoksa kadının adı “yok” değil, tam tersi; birleşip güçlendiği yerde bulduğu net bir kimlik mi var mücadelenin adını “yokluktan” öteye koyacak olan?

Bence kadının adı var, adı da “Adalet”. Kadın olan, hisseden herkesin kim olduğunu kadın olmak üzerinden tarif etmeye başladıkça bulacağı, buluşacağı, en çok aradığı, bulmaya can attığı ortak fikir bu. Üstelik bu öyle güçlü bir tohum ki, buraya yani kadının arayışına ekildiğinde, herkese dallanıp budaklanacak erişecek bir büyük yaşam ağacı. Kadının kendisi olma hakkının teslim edildiği her yerde tüm diğer haklar da teslim edilecek. Kartlar eşit dağılacak. Buna yürekten inanıyorum. Kendi tecrübemde bunu kesin olarak görüyorum. Yaşadıklarımın beni dönüştürdüğü kızgın insanın kimseye bir faydası yok çünkü. Adaleti sağlanmış sakin bir kadının verebileceklerinin büyüklüğünü, yüceliğini biliyorum. 

Feminist miyim, sosyalist miyim, neyim bilmiyorum. Birtakım laflara, altında güvende hissedeceğim fikir çatılarına ihtiyacım olduğunu sanmıyorum. Kadınım ben. Bunu anlaşılır kılmak için feminizmi icat etmek zorunda kalmış olmamıza inanamıyorum. Ben bir kadınım. Kadın olmanın tehlikeli bir şey olduğu düşüncesiyle büyümüş, korkutulduğu için öğrenemediği şeylerin kurbanı olmuş, kendini her gün yeniden arayıp bulmak zorunda kalan, üzerine mızrak gibi fırlatılan kadın olma fikirleri arasından kendine ait olanı gözden kaybetmemeye çalışan, her gün kim olduğuyla ilgili bir hak mücadelesine uyanan bir kadın. Kadının adı var, tanıştırayım: Adalet. Umarım hepimiz kadınımızı bulur, adalete kavuşuruz.

Bu konularda sorunuz olur, ilhamınız gelirse, ben buradayım, lütfen yazın: omur.kulacapan@yale.edu

Instagram @omur

 

Ömür Kula Çapan

Reklamcılar Derneği Yönetim Kurulu Üyesi 

Yale University M. Greenberg 2021 World Fellow