artwork

Hulusi Derici: “Reklamcılık network işi değildir”

6 yıl önce

0

Türkiye’de reklam deyince akla gelen ilk isimlerden biri olan Hulusi Derici, dünyanın zaten yıllardır kriz içinde olduğunu dile getiriyor ve bunun bolluktan kaynaklandığının altını çiziyor.

Reklamcılıktaki 30 yıllık kariyerine rağmen heyecanını bir an bile kaybetmemiş olan M.A.R.K.A Kurucusu Hulusi Derici’yle bağımsız ajansları ve ekonomiyi konuşmak üzere bir araya geldik, sektörün karşı karşıya olduğu bir krizle yüzleştik. Tüm dünyanın bolluktan kaynaklanan bir kriz yaşadığını söyleyen Derici, network’leşme işinin de bir dönemin modası olduğunu ve zamanla her şeyin normale döneceğini söyledi.

Campaign Türkiye Türkiye’nin içinde bulunduğu mevcut dönemde bağımsız bir ajans olmak mı daha avantajlı, network ajansı olmak mı?

Hulusi Derici Tamam, önce bu konuyu özetleyerek geçeyim. Çünkü sektörün konuşacak çok daha büyük problemleri, gerçekleri, efsaneleri, yanlışları, doğruları var.

Reklamcılık Ogilvy’ler, Leo Burnett’ler, Bernbach’lar, Séguéla’lar gibi coşkulu, tutkulu, reklam işine aşık, satışın ve pazarlamanın ne olduğunu bilen, yaratıcı dehası olan insanların başında olduğu bir işti. Procter&Gamble, Unilever, Ford ve benzeri Amerikan ve İngiliz şirketlerin markaları dünyaya yayılmaya başladığında, bunların reklam ajanslarına da İspanya’da, İtalya’da, Japonya’da, Hindistan’da, Türkiye’de reklam ajansı kurmak ya da bir ajansla ortak olmak için yol açıldı.

Séguéla’nın kurucu ortağı olduğu Fransız ajans bile (RSCG), Amerika’da bir lokal ajansa gidip “Biz BIC, Renault vs. 3-4 Fransız müşteriyle geliyoruz” diyebildi. Amerika’daki ajanstan hisseyi alıp müşterileri de o şirkete koyup şirkete ortak oldu, adını da XYZ-RSCG yaptı. Türkiye’de de 1980-2000 arası öyle oldu. Mesela Pars’tı şirketin adı, yanına McCann’i koydular, Pars/McCann oldular.

Türkiye’nin dünya markaları vardı da biz mi yurt dışında reklam ajansları kuramadık ya da ortak olamadık? Ülkenin dünya ekonomisindeki yeri, gücü ve vizyonuyla doğru orantılı bu konu. Yoksa Séguéla, Bernbach vs. bizden çok daha iyi reklamcı olduklarından değil…

Campaign Türkiye Sonrasında o network’ler ajanslarına ismini veren kurucularının da olmaktan çıktı ama…

Hulusi Derici Doğru. O büyük reklamcılar yaşlanıp (bir grup ülkede şubeleşmiş) ajanslarını işi reklamcılık olmayan, reklamcılıkla uzaktan yakından ilgisi olmayan şirketlere holdinglere satıp emekliliklerine çekildi.

Ogilvy, Grey, JWT, Y&R gibi ajansların sahibi olan WPP’nin açılımı nedir, biliyor musunuz:” Wire and Plastic Product” yani Kablo ve Plastik Ürünleri. :)

Bu network işi böyle oldu. Fakat Türkiye’de hangi network şubesinde yabancı var? Yok. Çalışanların hepsi bizim çocuklar. Bizim çocuklar maaşlarını alıyorlar tabii ki ama şirket kârı ülkeden dışarıya çıkıyor maalesef.

“Yerli ve milli üretim, yerli ve milli bakış açısı artık Türkiye’nin en önemli politikasıdır” diyen devlet erkanı Türk Telekom, Turkcell gibi (devlet yönetimindeki) büyük şirketlerin reklam işlerinin %100 yabancı olan network şirketlere verilmesine nasıl göz yumuyor, pek anlaşılır gibi değil. Yabancı hayranlığımızdan olsa gerek. :)

“Reklamcılık network işi değildir”

Mimarlık ne kadar kurumsallaşabilirse, doktorluk ne kadar kurumsallaşabilirse reklam işi de o kadar kurumsallaşabilir. Mesela bir network’te Singapur’un başındaki adam gerçekten coşkulu, tutkulu, büyük bir reklamcıdır, orası iyi reklamlar yapar. Avustralya’dakinin başındaki yönetici, kreatif direktör köftedir, oradan da işe yaramaz, kötü reklamlar çıkar. Bu McDonald’s, Burger King değil ki 30.000 tane şubesi olsun, hepsinde aynı ürünü, aynı hizmeti versin. Reklam böyle bir şey değil. Reklam lojistik hizmeti vermek değil ki… Her proje, çözülmesi gereken yepyeni bir problem, yepyeni bir yaratım sancısı. Her iş, her sorun yeniden beyin hücrelerini istiyor insanların; yeniden çaba sarf etmek, sil baştan başlamak gerekiyor.  Dolayısıyla reklam işi network’lerin işi değil, gerçek reklamcıların işidir.

“Network’leşme işi bir dönemin modasıydı”

Modada bir dönem 48 santim pantolon paçaları, çok geniş ceket yakaları ve kravatlar, poliüretan topuklar, uzun favoriler, kadınlarda cartlak kırmızı renkli rujlar, ojeler,  takma kirpikler, feci uzun tırnaklar vardı. Epeydir moda normale, olması gerekene geri döndü. Network’leşme işi de bir dönemin modasıydı. Ama artık geri dönüş başladı. Reklam işi de (ajansın başında) bu işi iyi bilen, coşkuyla, tutkuyla yapan, o ülke insanını tanıyan çok iyi reklamcıların olduğu yerel ajanslara doğru gidiyor. Çünkü her şey aslına geri döner. SSCB gözümüze ne kadar büyük bir devlet görünüyordu. Amerika’nın karşısındaki ona eşit en büyük güç, dev topraklar… 60 yıl sürdü bu zorlama büyük güç. Sonra olması gerekene geri döndü ve Letonya, Litvanya, Estonya… 15 ülkeye bölündü. Reklamda da bu network olalım, her ülkede bir-iki şubemiz olsun modası bitti. Reklam işi de aslına dönüyor.

“Muhteşem bir kakofoni var”

Bir kaos var. Her şey karmakarışık. At izi it izine karıştı diye bir deyim vardır. Durum aynen o. Ne doğru, ne yanlış; ne etkin, ne değil; malımızı ne yaparsak satarız, ne üretelim, nereye reklam verelim, hangi mecrayı kullanalım, bu mecrayı nasıl kullanalım, dijital mi gidelim konvansiyonel mi? 360 derece iletişim yapıp her reklam mecrasını kullanmazsak işe yaramayıp param çöpe mi gider acaba?… Muhteşem bir kakofoni var. Dünyada da böyle, Türkiye’de de böyle durum.

Ayrıca şimdi bir de Türkiye’de artı bir kriz var. Dünya zaten yıllardır krizde. Bu krizin adı da bolluk. 3M bir Migros’a gidiyorsunuz, 120 çeşit diş macunu var. Yani her dişiniz için bir tüp alsanız, 32 tüp alabilirsiniz. Her kategoride durum bu. Türkiye’de altmış küsür otomobil markası, dört yüz küsur da modeli var. 1999’da dünyanın binek otomobil ihtiyacı 25 milyon adetken, üretim 50 milyondu. (Amerikalıların bir raporunda var bu rakam) Ne yapacaksın bu 25 milyon fazlayı? O zaman eskiyi ver, yeniyi götür, bilmem kaç ay vadeyle al gibi envai çeşit kolaylık kampanyasıyla çırpınıyorsunuz satmak için.

Campaign Türkiye Otomobil değiştirme süresi 10-20 yıldan 3-4 yıla düştü.

Hulusi Derici Şirketleri, markaları yöneten insanların durumları çok zor. Çünkü “Nasıl bir ürün yaparsak satarız? Nasıl reklam yaparsak, hangi mecraları kullanırsak etkili olur, satış artırırız?” gibi sorularla akılları çok karışık. Ama vatandaşın işi çok daha kolay.

Bu kaosun içinde tüketiciler fazla kafa yormazlar.

İnsanlar kendisini rahatlatmak için her alternatifi, her seçeneği inceleyerek, her detayın farkına vararak ürün ve marka seçmezler. İş hayatındaki zorluklar, rekabet ve yapması, üstesinden gelmesi gereken işler, aile bireyleri ile ilişkileri yönetmek, onlara zaman ayırmak, yakınlarının sağlık problemlerine koşturmak vs. ile doluyken beyni ne satın alacağına fazla kafa yorup ekstra enerji sarfetmez. Hayatlarını kolaylaştıracak kısa, kestirme yollar kullanarak karar verirler.

Öncelikle “alıştığım, bildiğim iyidir” durumu var. Gider markete, alıştığı, bildiği, hep aldığı markalar zaten gözünün önündedir, onları alır. Yeni bir şey peşine düşmez çünkü “riske gerek yok, her zaman aldığını almaya devam et” komutu alır beyninden. %2 dışındaki çoğunluk da bunu yapar zaten.

İkincisi, “benim seçimim iyidir” duygusu var insanlarda. Yani bir insan bir seçim yaptıysa, onu kolay kolay değiştirmek istemez. Ve o seçiminin ne kadar doğru ve mantıklı olduğunu hem kendisine hem çevresine ispat etmek ister. Hatta mantıklı gerekçeler de üretir seçiminin doğruluğunu ispat için.

Üçüncüsü “Fikrime ters ise reddederim” durumu. İnsanlar bir fikre sahipse her gelen mesajı bu fikrin ışığında değerlendirir. Fikrine uygunsa kabullenir, değilse reddeder. Bir marka hakkında olumlu fikir ve düşüncelere sahipse, sen reklam yaparak onun seçtiği markanın, ürünün değil de diğerinin daha doğru olduğunu iddia etsen bile bunu reddeder, fikir değiştirmez.

Dördüncüsü “Tanıdıklarımla birlikte olurum” durumu var insanda. Daha uzun süredir bildiği, daha sık gördüğü ve duyduğu, tanıdığı markayı satın alır insanlar. Bir davete gittiniz, girdiniz mekana, gözünüz tanıdıklarınızı arar ve neredeyse bütün geceyi onlarla geçirirsiniz. Onları es geçip yeni birilerini pek aramazsınız. Markete girip satın alma süreci de aynen böyle işler.

Bir de “Halo Effect” (hale etkisi) var. Psikolog Edward Thorndike 1. Dünya Savaşı sırasında, komutanların uzun boylu, sağlam yapılı, yakışıklı olan askerlerin, askerlikte de en iyi olduklarını düşündüklerini keşfediyor. Diğer araştırmalarıyla da bunu kanıtlayıp adına “Halo Effect” diyor. İnsanlar böyle toptancı değerlendirmeler yapar.

Bir markanın sadece bir özelliğini çok beğenmemiz, diğer tüm kriterlerde de o markanın iyi olduğunu varsaymamızı sağlıyor. Sensodyne bir hale efektidir mesela. Vatandaşın onu hassas diş etleri konusunda uzman, çok iyi görmesi, her konuda çok iyi olarak kabul etmesine sebep oldu. Bu yüzden adet olmasa bile ciro bazında pazar lideri Synsodyne. Mesela yapılan araştırmalarda Arçelik kategorisindeki her algı kriterinde şaşıtıcı bir şekilde önde çıkar.

“Markaları (satış ve pazarlamayı) yönetenler de tüketiciler gibi kolay yollar ve çare arıyor”

Pazarlama ve marka yöneticilerinin bu kaos dünyasında işi hiç de kolay değil. Onlar da tüketici gibi kolay yollar ve bu karmaşadan kolayca sıyrılabilmek için çare arıyor.

Her yeni mecra çıktığında bezirganlar ortaya çıkar. “Televizyon icat oldu, radyo öldü artık” diye davullar çalarlar. İnternet çıkar, “Televizyon bitti artık her şey internet” diye haykırırlar… Bu bezirganların sesi çok çıkar ayrıca. Sektör yayınlarının, pazarlama ve reklam yayınlarının tümü bu bezirganların hoparlörü gibi çalışır.

Siz de çare aradığınız için, “herkes bunu söylüyor, demek ki…” diyerek inanırsınız. Tam olarak inanmazsanız bile geride kalmamak için sarılırsınız bu fikre. İnanmak istersiniz, inanırsınız fakat sonrasında bu inancı değiştirmek zor oluyor.

“P&G bunu değiştirdi”

P&G’den Mark Pritchard, 2016’da 140 milyon dolarlık dijital reklam bütçesini televizyona kaydıracaklarını, dijitaldeki reklamları keseceklerini söyledi. 2017 Temmuz’unda da yine bir açıklama yaptı, hiçbir kayba uğramadıklarını, tam tersine %2 satış artışı yaşadıklarını söyledi.

TNS araştırma şirketinin araştırması diyor ki: 2013’te günde ortalama 4 saat televizyon izliyordu Türk vatandaşı. 2017’de 4 saat 36 dakika izliyor. Yine aynı araştırmada 12-19 yaş aralığı 2013’te günde ortalama 3 saat 21 dakika televizyon izliyordu, 2017’de 3 saat 37 dakika televizyon izliyor diyor. Hani televizyon ölmüştü, gençler televizyon izlemiyordu?

“Tahsildaroğlu benim peynirim”i duymayan var mı? İnternetten veya sosyal medyadan mı duyduk? Sosyal medyada Tahsildaroğlu’nu takip ediyor musun, bir etkileşime geçtin mi markayla? Hayır! Sadece radyo. Televizyon bile değil. Nasıl oldu bu devirde? Hani radyo bitmişti? Radyo aslanlar gibi bir marka yarattı bu devirde. “Bir numara, Mutlu Akü bir numara”, duymayan var mı? Bu da sadece radyo. Allah Allah nasıl duydunuz anlamadım bu devirde!

Campaign Türkiye Tek mecrayla da bu iş olabilir diyorsunuz ve bu konuyla ilgili örnekleriniz de var zaten.

Hulusi Derici Çok var. Bizden Regal var mesela. Sadece bir dönemde, bir tek Show TV’de yayınlandı. Regal bize “250 bin dolar bütçemiz var, 4-5 tane sponsorluk teklifi var, hangi programa sponsor olalım?” diye geldi. Biz onu reklama çevirdik. 2004’ten beri Regal hâlâ unutulmadı. Markanın mesajını zihinlere perçinlemek önemli olan ve zor bir iş bu. Reklam bütçen büyükse istediğin yere reklam saçarsın ama küçükse en etkili işi, en etkili mecrada yapmak zorundasın. Üstelik o iş  insanları yeterince etkilediyse, onu paylaşmak isterler. Bedavaya da yaymış olursun reklamını. Bizim çok işimiz var böyle. Çünkü felsefemiz bu.

“Engagement (etkileşim) şart bu devirde” :)

Trend görünen her yeniliğe düşkün olmak ve bilimsel veriler yerine trend bezirganlarına inanma eğilimi zarar veriyor. Mesela bu “sosyal medyada engagement (etkileşim) şart” konusu.

Diyor ki insanlar Facebook, Twitter, YouTube, Instagram gibi sosyal paylaşım sitelerini çok yoğun kullanıyorlar ve bu sitelerin markalar için en önemli iletişim kanalı olduğunu iddia ediyorlar. Televizyon bitti, artık parayı buraya aktarıp sosyal medyada olmalısınız diyorlar. Şirketler sosyal paylaşım sitelerinde sadece takipçi sayılarını artırmak için değil aynı zamanda insanların (markalarıyla) etkileşime geçmeleri, beğeni, paylaşım ve yorum yapmaları için büyük çaba ve para harcıyor. Getirisini ölçemeseler de rekabetten geri kalmak istemiyorlar.

Bugün her şirket sosyal medya hesaplarını iyi yönetmek için ciddi para ve zaman harcıyor. Ama İrem Derici’nin Instagram takipçisi 6 milyon, Apple’ın 7 milyon. Üç beş ülkede tanınan İrem Derici’yi dünyada 6 milyon kişi takip ediyorsa, 201 ülkede 6 milyar insanın tanıdığı Apple’ı kaç kişi takip etmeli? 7 milyon mu?

Bu bize neyi gösteriyor? Bu bize insanların kanlı canlı kişileri (celebrity, fenomen, meslek uzmanı, trend insanlar) takip etmek istediklerini gösteriyor. Hisar çatal bıçaklarını, İstikbal Mobilya’yı, Arçelik’i, hatta Apple’ı takip edip etkileşmek falan istemiyorlar. Sosyal paylaşım sitelerinde etkileşim denen şeyin satışlar üzerinde olumlu veya olumsuz hiçbir etkisi olmadığını Michael Leander kanıtlamış durumda. Facebook’ta markaların %0.5 ila %1 arasında bir etkileşim, beğeni, paylaşım, yorum aldığını gösteriyor. Yani insanlar şirketlerle, markalarla iletişime falan geçmek istemiyorlar.

İyi de, bunun saçma sapan bir hayal olduğu zaten belli değil miydi? Televizyonda kumandanın tuşuna basıp reklamı zaplayan adam senin online reklamlarına niye tıklayıp iletişime geçsin? Üstelik bu mecralar kendi kanallarını kendileri ölçüyorlar. Yani bozacının şahidi şıracı bile değil, “bozacının şahidi bozacı” durumundalar. Ayrıca kendileri dışındaki medyayı küçültmek için abarttıkça abartıyorlar. Bir Google yöneticisi bize bir sunum yapmaya geldi. Türkiye’de televizyon izlenme süresinin günde 40 dakikaya düştüğünü gözümün içine baka baka iddia etti. Ben de güldüm. Öyle bir emin konuşuyor ki, hani bu işlere yabancı biri olsam inanırım, o kadar yani.

Özetle, bir markanın başarılı olabilmesi için bu işin özüne geri dönmesi gerekiyor. Bir kere piyasanın kabul edeceği, doğru ürünü yapacaksın. Hangi kitleye ne mesaj vereceğini seçeceksin, bunun için bütçeni ayarlayacaksın. Ve bu bütçeyle, bu hedef kitleye ulaşacak en doğru reklam mecralarını seçeceksin. Her yerde olamazsın. Her yere para saçamazsın. Sosyal medyayı da engagement için değil, reklam yeri olarak kullanacaksın. Tabii ki oraya da 35 saniyelik televizyon reklamını koymayacaksın. Seni skip edememesi için 5 saniyede söyleyeceğini söyleyeceksin, göstereceğini göstereceksin. Yani oraya özel bir iş yapacaksın.

“Didi ile pazarı %540 büyüttük”

Bir reklamın etkisi elbette medya bütçesinin büyüklüğüne de bağlıdır ama reklam, sadece ve sadece yaratıcı olduğu ölçüde etki yaratır, satış getirir. Yaratıcılık bununla ölçülmeli, “körler sağırlar birbirini ağırlar” yarışmalarıyla değil. Tutkulu, coşkulu, yaptığı reklamın etkisine, sonuçlarına odaklanmış gerçek reklamcı ve gerçek yaratıcıların işi olmalı. Yaratıcılık da dünyanın her yerinde maalesef az sayıda. 80 milyonluk Türkiye’de de 350 milyonluk Amerika’da da iki elin parmaklarından az büyük yaratıcılar. Peki reklamın etkisi ne?

Campaign Türkiye Satışa dönüyor mu, dönmüyor mu…

Hulusi Derici Bitti! Yazar kasayı şıkırdatıyor mu, şıkırdatmıyor mu? Rakibin yerine seni tercih etmesini sağlıyor mu, sağlamıyor mu? “Ayyy, ben bunu çok beğendim, çok güldüm.” Peki sonra?

Campaign Türkiye Somut bir örnek verir misiniz? Didi mi mesela?

Hulusi Derici Didi çok somut bir örnektir. Proje Çaykur Ice Tea’ydi. 8 çeşit çıkarılacaktı. Biz ice tea değil soğuk çay olmasını önerdik. Ice tea, sosyete içeceği gibi algılanıyordu memlekette. Buzlu çay diyemem, içinde buz yok çünkü. Soğuk çay dedik. Müşterimiz sekiz lezzet hazırlamış, ikiye düşürmeyi önerdik. Limon sıcak çayla da bilinen bir şeydir, Türkiye’de de en çok içilen meyve suyu şeftalidir. Bu ikisi, bir de kimsede olmayan bir lezzetin olması gerektiğini söyleyip bergamot önerdik. Bunu büyük tenekeye koyalım, “Büyük Türkiye’nin büyük soğuk çayı” diyelim dedik. Sadece reklam yapmadık. Ürünün başından piyasaya sunumuna tüm stratejik marka fikirlerinin içindeydik. Çaykur da bizim stratejimize ve fikirlerimize inandı. Biraz zor oldu ama. :) Beş ay uğraştık fikirlerimizi hayata geçirebilmek için. Çünkü bizimle toplantıdan çıkıyorlar, dışarıda onlara “Coca Cola’nın (Fuse Tea) bilmediğini, Unilever’in bilmediğini sizin reklamcı mı biliyor? Niye ice tea demiyorsunuz, niye onlar 330 ml tenekeye yaparken siz 500 ml büyük tenekeye koyuyorsunuz” vs. diyorlar. Haydi sil baştan, yeniden ikna etmeye çalışıyoruz. Fakat sağolsunlar, inandılar bize.

Didi büyük bir stratejik akılla pazara sunuldu ve ice tea pazarını 4 yılda %540 büyüttük. Didi de pazardan %40’a yakın pay aldı.

Reklam sektörü bambaşka dünyalarda takılıyor. Oradaki stratejik akla bakmıyorlar.  3-5 cahil ya da kötü niyetli “Didi Teyze Lays reklamındaki teyze gibi konuşuyor, ondan çalmışlar” falanla meşgul. Lays reklamından önce “Evin Ana” vardı. Reklamda Anadolu kadınını kullanmak kimin tekelinde? Anadolu kadını o sesle konuşur zaten.

Bu iş öyle bohem bir hayata takıl, entel dantel yerlerde dolaş, halktan uzak kal, ondan sonra da otur “Büyük yaratıcıyım, reklam yarattım, ödüller de aldım” de ile yapılabilecek bir iş değil. Bu iş çok ciddi ve zor bir iş. Eğlence sektöründe olduklarını düşünüyorlar. “Ne kadar komik bir reklam yaparsak, o kadar işe yarar” diye düşünüyorlar. Yoo! Cem Yılmaz ne kadar komik olursa, o kadar kazanır çünkü komedi satıyor. İş Bankası’nın Cem Yılmaz’lı 60 saniyelik reklamında, “İş Bankası kredi verir” diyor. “Neden diğerlerinden değil İş Bankası’ndan kredi alayım” konusunda hiç bir şey söylemiyor. Bu İş Bankası mı yoksa Cem Yılmaz reklamı mı?

Campaign Türkiye Peki imaj kampanyaları?

Hulusi Derici İmaj reklamı diye bir şey yok. Bir markanın yaptığı her şey insanların gönlünde ve beyninde ortak bir tortu bırakıyor. İzleyen “Hmm bu satış reklamı, bu da imaj reklamı. Ben öyle bakayım meseleye” demiyor. İmaj reklamıyla satış reklamı diye yaptığın iki reklam, hele mesaj, ses tonu, kimlik açısından birbiriyle örtüşmüyorsa markanıza zarar bile verir. Şizofren marka yaratır. Ayrıca da satışı etkilemeyen her pazarlama faaliyeti palavradır.

Campaign Türkiye İletişim adına yapılan her şeyin mutlaka satışı tetiklemesi gerekiyor diyorsunuz.

Hulusi Derici Gayet tabii. Sosyal sorumluluk projeleri pazarlama için çok önemli diyorlar. Bir şirket bu ülkenin insanlarından para kazanıyorsa, elbette bir şekilde bu insanlara sosyal sorumluluk anlamında karşılığını vermeli.

Campaign Türkiye “Bunları göze sokmanın bir anlamı yok” diyorsunuz…

Hulusi Derici 10 liralık hayır işi yapıyorlar, 1000 liralık reklam yapıyorlar.

Campaign Türkiye Neden yapıyorlar?

Hulusi Derici Çünkü bu da bir modaydı! “Sosyal sorumluluk kampanyaları satışı artırmak için, pazarlamanın güçlenmesi için en önemli silah” diyorlardı. Yapmayın demiyorum ben, yapın, bir faydası olacaktır. Tüketiciye hoş duygular bırakacaktır senin şirketin hakkında. Ama sen önce asli işini farklı ve dikkat çekici, satın alınmaya değer yapmalısın. Dişçiniz var mı?

Campaigne Türkiye Var tabii.

Hulusi Derici Kaç senedir aynı dişçi?

Campaigne Türkiye 15-20 senedir.

Hulusi Derici Bir dişçi sokak kedi ve köpeklerine kışın barınaklar yapıyormuş ve onları doyuruyormuş. Sokak çocuklarına falanca yardımlar yapıyormuş. Dişçinizi bırakıp bu dişçiye mi gidersiniz?

Campaign Türkiye Hayır tabii ki.

Hulusi Derici Teşekkür ederim, cevabımı aldım. :)

Campaign Türkiye Sizin müşterilerinizden “Dijitalde de olalım, viral de olalım” gibi talepler gelmiyor mu?

Hulusi Derici Bizim işlerin bir bölümü zaten viral çünkü kendi kendini yaymayı başarıyor. :) Dijital işinde hissedarı olduğumuz, tamamen bağımsız bir ajans var ancak M.A.R.K.A. bünyesinde de dijitale başladık. Nasıl TV, radyo, outdoor, vs. birer mecra ise dijital de bir mecra ve sır değil artık.

Campaign Türkiye Son olarak, bağımsız olmak veya network’e bağlı olmakla ilgili neler söyleyebilirsiniz?

Hulusi Derici Bağımsız değilsen, istediğin gibi reklamcılık yapamazsın. Sürekli raporlarla, 3 aylık bilançolarla, hedef tutturmalarla hesap vermek zorundayken zor etkili reklam yapmak.

Network’ten bize birçok müşteri geldi zaman içinde. Mesela Audi, Almanya’da bir network’le çalışırken Türkiye’de 14-15 yıl bizimle çalıştı. Porche yine öyle. Birkaç yıl Coca-Cola ve Fanta’ya hizmet verdik. Etkili reklam isteyen, satış isteyen her reklamveren; coşkulu, tutkulu ve bir elin parmakları kadar olan reklamcılarla çalışmak zorunda. İşi network yapmaz, reklamcı yapar. Network modası geçti. Bu iş, başında reklama aşık ve işini çok iyi bilen, coşkulu, tutkulu adamların ve kadınların olduğu ajanslara geri dönüyor. Dünyada da durum bu.

 

Bu yazı ilk kez Campaign Türkiye’nin 81. sayısında yayımlandı.