artwork

“Çünkü dram, her yerde dram”

7 yıl önce

0

Cannes Lions’ta Global Agency CEO’su İzzet Pinto ile yaptığı The New Turkish Delight: Dramas and Formats sunumuyla dikkat çeken Tankut Karahan, Türkiye’deki televizyon sektörünü anlattı.

Çok uzun yıllar McCann İstanbul bünyesinde çalıştıktan sonra Kanada’ya giderek 2 yıla yakın McCann Kanada’da görev yapan Tankut Karahan; 2 yıl da Carat Kanada’da başkanlık yaptı. Bugün ise Doğan TV Holding Chief Commercial Officer’ı olarak profesyonel hayatına devam eden Karahan televizyonla, üretilen/tüketilen içerikle ve televizyonun reklam pastasındaki yeriyle ilgili merak edilenleri yanıtladı.


Kamer Yılmaz Dilerseniz öncelikle Cannes Lions ile başlayalım: Bu yıl neler konuşuldu, sizler neler aktardınız? Ve festivali genel olarak nasıl değerlendirirsiniz?
Tankut Karahan Neler aldığımdan başlasam bence daha doğru olur: Reklamcılığa başladığımdan, yani 1995’ten beri muhtelif defalar Cannes’a gittim. Tabii başladığım yılları muhtemelen pek çok okur ve izleyici hatırlamayacaktır. Bizim için Cannes olmazsa olmazdı. “Shots” diye bir şey vardı, her ay biz onu hasretle beklerdik. Bugünkü gibi her an YouTube’dan istediğim reklama ulaşmak gibi bir şey yoktu. Dolayısıyla Cannes’ın bizim için böyle bir yeri vardı. Fakat zaman içerisinde o da evrildi. Benim için şöyle bir şey oldu: Son 5 senede 3 kere Cannes’a gittim. 3’ünde de beklentilerimi karşılayan bir ortamı giderek daha az yakalar oldum, ta ki bu seneye kadar. Konuşmacı olduğum için de bu seneyi ayrı tutmuyorum, pek çok kişi öyle düşünecektir. Ama bu sene Cannes’ın kendisini yeniden bulduğuna şahit oldum. Bir nevi “reinvention” diyelim buna. Neden? O inovasyon da ilham verici konuşmaların ana sahnede değil de yandaki sahnelerde bulunmasıydı, oraya gelen insanların bu konunun daha derinine inerek takip etmesiydi. Ve burada yer alan pek çok konuşmacının ve konunun muhteşem olduğunu görüp çok yararlandım. Benim için “innovation sahnesi” her bir semineriyle, her bir konuşmasıyla adeta ders niteliğindeydi ve ufkum açıldıkça açıldı. Dolayısıyla benim için çok verimli bir sene olduğunu söyleyebilirim.

Benim özelimde neler olduğuna gelirsek eğer: İzzet Pinto ile beraber Türk dizilerinin dünyadaki satış başarısıyla ilgili -tabii o satış tarafını daha çok değerlendirdi, ben ise markalı içerik tarafıyla ilgili- bilgiler verdik. Sohbet havasında gerçekleşen, “Entertainment Venue”de sahneye çıktık. Bizim için gerçekten  gurur veren bir şeydi; çünkü şimdiye kadar Türkler olarak pek sahneye çıkma fırsatı bulunamamış. Bu başarıyı -gerçekten bir başarı öyküsü var ve çok hızlı gelişen bir başarı öyküsü- daha derin kitlelere anlatmak (aynı zamanda dijital kopya olarak da pek çok insan dinledi ve izledi) bizim için bir fırsat alanıydı; kendimizi tanıtmak, neler yaptığımızı göstermek için. O günden sonra 10-15 kişiyle ayrı ayrı tekrar buluşarak Türkiye’de ne tip yatırımlar yapılabileceğini, ne gibi projeler hazırlanabileceğini konuştuk. Bu konuda projelendirmelerimiz de devam ediyor. İnşallah arkası da gelir diye düşünüyorum.

Kamer Yılmaz Yeni gelen jenerasyonun etkisi ve tercihleri, teknolojinin sürekli gelişimi televizyonu tehlikeye attı sanki. Televizyon reklamlarının ölçümlenmesini bile bir sorun olarak gören yapılar varken şu an karşısında; bu yeni jenerasyon tarafından sıkça kullanılan ve tüm detaylarıyla ölçümlenebilen dijital var. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tankut Karahan Bu konuyu ben herhalde çözemem, bir müddet daha süreceğine inandığım tartışma konusu olarak devam edecek. Ama şuna inanıyorum: televizyonun yeri ayrı. Psikolojik olarak ayrı olduğu gibi sosyolojik olarak da ayrı. İşin sosyolojik kısmında; ailenin bir araya gelişi, televizyon izlenen oda neresiyse orada bir araya olunuşu vs. var. Bunlardan asla vazgeçilemeyecek. Dolayısıyla işin duygusal boyutu televizyonu her zaman yüce bir mecra olarak hayatımızda tutacak. Ama öte yandan iş bireyselliğe döndüğü anda, ekran ne kadar küçülürse küçülsün “istediğim anda, istediğim yerde, istediğim şekilde izleme modu”na da dönüştüğünü görüyoruz. Ben buna artık içerik tüketiminin değişik platformlardaki yansıması olarak bakıyorum; mobil bunlardan bir tanesidir, tablet bir başkasıdır, akıllı telefon yine bir başkasıdır ve bu liste uzayacaktır. Radyonun da bir yeri var hala. İnsanlar özellikle araba kullanırken hala radyo dinlemeyi tercih ediyorlar. Dolayısıyla iş, içeriğin ne kadar kaliteli olduğuna ve doğru iletişimle doğru hedef kitleye ulaşılıp ulaşılamadığına bakıyor. Ben ona bakıyorum. Çünkü content dediğimizde o kadar geniş bir dünyadan basediyoruz ki… Hele ki şu an üretilenin %80’i çöp. Dolayısıyla geriye kalan %20 için gerçek bir monitörizasyon var. Ve her birinin algısı ve alıcısı da farklılaşabiliyor. Ben geçmiş ve bugünü kıyasladığımda şunu görüyorum: Content sayısı müthiş artmış bir durumda. Mecra tüketimi olarak bakarsak da daha çok tüketiyoruz ama formu değişmiş bir halde. Dolayısıyla ben  artık televizyon filan demekten de kaçınıyorum, “video”ya döndürdüm kendi dilimde. Video izleme alışkanlıkları diyorum; çünkü YouTube’dan, kanaldan ya da tematik bir kanaldan izlesinler, fark etmez ama insanlar görsel bir dünyada yaşamayı tercih ediyorlar. O görsel dünyayı da hangi platformdan düzgün yansıtırsak o platformun giderek daha üstün olacağını da görüyoruz.

“Hızlı akan bir sektördeyiz. Günü kazanmak önemli, günü kaybettiğinizde kaybediyorsunuz çünkü zaman satıyorsunuz.”


Kamer Yılmaz Online ekranlarda gözle görülür bir artış yaşandı, yaşanmaya da devam ediyor. Hatta şu anda Doğan bünyesinde de BluTv var. Bu tip platformlardaki artış televizyonun reklam pastasından aldığı payı sizce etkiledi mi?
Tankut Karahan Reklam pastası konusu, bence esas konumuz. Türkiye özelinde bu pastanın istediğimiz oranlarda büyümemesinden hepimiz yakınıyoruz. Biraz kendini toparlar gibi oluyor ve bir şey oluyor. Bir darbe alıyoruz. Aslında maalesef Türkiye’de reklamcılık bu tip ortam değişikliklerine çok fazla reaksiyon gösteriyor. Pozitif gösterdiği gibi negatif de gösterdiği için bir türlü uzun vadeli ivmelerde 2 milyar dolarları geçemiyoruz. 2-2,5 milyar dolar arasında sıkıştık kaldık. Halbuki Türkiye gibi 80 milyon nüfuslu bir ülkede 4,5-5 milyar dolarları rahatlıkla telaffuz edebiliyor olmamız lazım. Bunun olabilmesi için de yeni reklamverenlerin piyasaya girebiliyor olması gerekir. Reklam pastası da tam olarak bununla ilgili. Reklam pastasını genişletecek olan şey mevcut reklamveren değil, yeni reklamveren. Yeni reklamveren şu anda daha çok dijitali tercih etmek durumunda; dijital dünya da bu yüzden daha hızlı büyüyor, gelişiyor fakat rakamlar tekile indirdiğimiz zaman cüzi. Ama geri kalanında da küçülme görmüyoruz sadece enflasyon ve dolar bazında baktığımızda büyüyemediğimizi görüyoruz. Halbuki yeni reklam veren gelirse bu iş doğal olarak büyüyecek, bugünkü fragmente kanal yapısı da o anlamda kârlı hale gelecek. Bizim endüstrimiz kâr etmeyen bir endüstri haline geliyor. Bu, hepimiz için aslında tehlike sinyalleri demek. Dolayısıyla kolektif olarak neler yapılabilir açık açık konuşmamız lazım. Yeni reklamvereni getirebilmek için neler yapılmayı hepimizin de kâr elde edebileceği bir sistemin nasıl olabileceğini düşünmemiz lazım. Kâr etmek ayıp değil sonuçta, hepimiz ticari müesseseleriz. Bunun için de ancak kolektif çözümler bulunabilir. “Benim cebim onun cebinden daha önemli”, “benim cebime girsin onun cebine girmesin” mantığıyla maalesef kolektif çözümlere ulaşılamaz.

Burada tabii ki hükümetin de bu konuda küçük reklamverenlere destek olabilecek birtakım unsurları düşünebiliyor olması lazım, nasıl ki yurt dışına Türkiye’nin pazarlanması, marka imajının tanıtımının yapılması gibi projelere destek varsa. Belki daha önce hiç reklam vermemiş olanlar için de birtakım politikalar üretilebilinir. Bu sadece bir örnek, çeşitlendirilebilinir.

Neticede Türkiye gerçekten bir kobi cenneti, ve bu kobilerin büyüyebilmeleri için reklam stratejilerine ve reklama ihtiyaçları var. Bu, sadece dijitalle de olmaz. O ekranın arkasındakini takip mekanizması cookie’ler vs ile gerçekleşiyor ama aslında kimin oturduğunu bilmiyoruz. Televizyonda ise biliyoruz; anketler aracılığıyla o kumandada nelere basıldığını çok net takip edebiliyoruz. Dolayısıyla az önce ölçümleme ve televizyon için söylenilen şey, tersine de dönebiliyor.

Yeni reklamvereni alabilmek için mutlaka destek politikaları oluşturulması lazım. Belki bu konudaki hareket öncelikle tematik kanallar aracılığıyla başlar ve daha sonra ana kanallara geçer. Bizim de mecra sahipleri olarak yapım desteği sunabileceğimiz birtakım çözümlerle ilerlememiz gerektiğini düşünüyorum. Yerel mecraların da o anlamda çok önemli olduğunu ve ilerlemesi gerektiğine inanıyorum. Türkiye gibi coğrafyası, dili, kültürü bu kadar zengin bir ülkede yerel mecraların da olduğu ortamlarda onları da büyütebilmek gerekiyor. Varlar biliyoruz ama nitelikli hale getirip büyüyemiyorlar ve orada hapsoluyorlar. Aslında zaman, şu anda. Kaçırmamak lazım bu anı. O yüzden ne kadar çabuk hepimiz bir masanın etrafında bir araya gelir ve dostane tavırlarla ilerleyebilirsek hepimiz adına o kadar başarılı oluruz.

Kamer Yılmaz Bu ekranlar ve televizyon arasında içeriksel olarak da ciddi farklar var. Televizyon daha mı sınırlayıcı ve kurallı? Online ekranlardaki özgürlük belki de cezbedicidir…
Tankut Karahan Evrendeki toplam reytingin bölünmesi –televizyon odaklı konuşuyorum- %70 ana kanallar alıyor, %30 tematik kanallara kalıyor. Ki o tematik kanallardan dünyaca var. Ama dünyadaki örneklerine baktığımız zaman, daha farklı bir ilişki var. Ana kanal dediğimiz yine aslan payını almakta; ama Türkiye’deki gibi %70’lere çıktığını görmüyoruz. Bugün baktığımız zaman prototip maliyetleriyle birlikte bir yerli tematik kanalın bir yıllık prototip maliyeti, bir ana kanalın bir aylık maliyetinin altında olabilir. Ve maalesef bu böyle olmak zorunda. Evet içerik önemli çünkü o tematik kanalların üretip üretebileceği içerik aslında daha sınırlı. O yüzden biraz niş kalıyor. Fakat o nişin satın alma gücüne bakıldığı zaman; yani tematik kanalları izleyenlerin tüketime daha odaklı endeksi yapıldığında çok daha yüksek olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla bunlardan yararlanmak lazım. Bizim artık multi platform, multi kanal anlaşmalarla yürüyor olmamız lazım. Çünkü bu, bir bütün hikayesi, tekil bazlı hikaye değil.

“Bütün dünyaya da örnek olabilecek pratik zekaya sahibiz, ama yeter ki bir araya gelebilelim.”


Kamer Yılmaz Şu anda dizilerde de gördüğümüz markalı içeriklere markalar sıcak bakıyor mu, yoksa geleneksel modellerle ilerlemeyi mi tercih ediyorlar? Yurt dışında bu tip şeyler biraz daha doğal bir şekilde akıyor sanki. Mesela “uberlemek” sözcüğüne sık sık rastlayabiliyorsunuz.
Tankut Karahan Geçmişte bu konu çok çığırından çıkmıştı. Ürün entegrasyonu dediğimiz şey, bayağı bir panayır haline gelmişti. Bugün o panayır halinden çıkmak adına yapılmış çok ciddi regülasyonlar var. Regülasyonların kısıtlayıcılıklarını da doğru ya da yanlış diye düşünmeden göz ardı etmemek gerekiyor. Bunun içerisinde yapılabilen şeyler çoğu reklamvereni tatmin etmeyebiliyor. Advertoriallar devreye giriyor, dizinin içinde değil de dizinin dışındaki evrende neler yapılabilir sorusu devreye giriyor, offline’a nasıl taşınabilir, online’da o anlamda destekleyici neler yapılabilir gibi… İşin paket olayı büyüdü ama rakamlar da küçüldü. Çünkü dizi başına düşen reyting düştü, geçmişteki kanal yapısı bugün artık yok. Projelere yatkınlık çekimlerin hızı -artık haftadan haftaya çekim yapılıyor, süreler uzadı, son anda yetişir oldu diziler- insana kalp krizi geçirtebilecek durumlar yaşanıyor. Bütün bunların arasında “şu ürünü de şu şekilde yerleştirelim” demek çok da kolay olmayabiliyor. Ancak reklam ajansları ve bizim gibi yurt dışına dizi satan ve bunu iş kolu haline getiren kanallar için çok önemli bir fırsat alanı. Çok hızlı akan bir sektördeyiz. Günü kazanmak önemli, günü kaybettiğinizde kaybediyorsunuz çünkü zaman satıyorsunuz.

Kamer Yılmaz Televizyondan vazgeçilemeyeceği bir gerçek. Zira bugün Türk dizileri 100’den fazla ülkede 400 milyondan fazla izleyiciyle buluşuyor. Ve üstelik 2023 yılında da 1 milyar dolarlık bir hacme ulaşması hedefleniyor. Türk dizilerindeki bu başarıyı neye bağlıyorsunuz?
Tankut Karahan Bu alan, 1,5 milyar TL’lik bir ihraç kalemine dönüştü. Bu, Türkiye adına sadece finansal bir şey değil, markamızı duyurmak açısından da çok önemli.
1- Dizilerimizin kaliteli olduğunu biliyoruz.
2- Hikayelerimiz, insan hikayeleri; bunların evrensel birtakım gerçeklere dayandığını görüyoruz. Dram her yerde dram. Komedi ve polisiyeler biraz zorluyor ama dram her yerde dram.
Dolayısıyla benim dert olarak gördüğüm şey şu: Bizim sezonumuz 39 hafta, bizim dizilerimiz 130 dk. Amerika’daki ya da Batı’daki örneklerine bakıyoruz: Bir komedi 20-22 dk’dan oluşuyor yarım saatlik bir slot’a yerleşiyor, bir drama da 42-44 dk, o da 1 saatlik slot’a sığıyor. Şimdi 130 dk. dediğimiz zaman bizim bir günlük diziden onların 3 haftalık dizisi çıkıyor ve sezonları da 22-24 hafta arasında değişiyor. Dolayısıyla bizim bir sezonumuz, onların 5 yılına denk geliyor. Ama bizde şöyle bir şey oluyor; dizinin tutması, 2. hatta 3. sezona kadar devam etmesi giderek zorlaşıyor. Ve arşiv bizde en önemli değer, arşiv değerinden kaynaklanıyor bizim başarımız. Bir dizinin en azından 2 sezon olması gerekiyor ki çok daha iyi, çok daha fazla pazara daha yüksek meblağlarda satılabilsin. Hatta keşke üstüne çıksa ama artık çok az sayıda bunun örneklerine rastlayabiliyoruz. Dolayısıyla bunu da göz önüne alarak, biz her ne kadar yerli pazar için dizileri üretsek de aslında bu işin global bir oyunun parçası olduğunu değerlendirip ona göre oyuncu seçiyoruz, ona göre senaryoları, yönetmeni tercih ediyoruz. Ama bazen de yerli reyting yurt dışındaki taleple örtüşmeyebiliyor. Burada dizi çöküyor, orada bu dizinin devamı nerede diye soruluyor.

“Content şu anda altın çağını yaşıyor. Dolayısıyla bizim de evrilebilmemiz için farklı bir değer noktasına taşınması lazım.”


Kamer Yılmaz Aile ve komedi dizilerinin iyice azalıp dramın bu kadar çok olmasının nedeni yurt dışına üretebilmek için mi?
Tankut Karahan Türkiye panelinde televizyon açısından konuşursam; dramların daha ağır bastığını görüyoruz. Ama bunun da bir sezonu var. Yaz aylarında daha hafif, daha romantik diziler izleniyor. Biz güneşle birlikte davranmayı bilen bir ülkeyiz. Dolayısıyla ne kadar çok güneş olursa o kadar aydınlığız, ne kadar karanlık olursa da karşımızda da öyle bir karanlık görmek istiyoruz. Dolayısıyla dramlar asla önü kesilemeyecek bir gerçek Türkiye için. Ancak ben komedi dizilerinin artmasını istiyorum. Fakat artık bu sektör çok fazla kâr elde etmediği için de çok dikkatli seçmek gerekiyor. Kanalın varlığını sürdürebilmesi, insanların bu sektörden ekmek yemeye devam edebilmeleri için çok çok ince eleyip sık dokunmaları gerekiyor. Orada işte teraziye dram ve komediyi koyduğumuz zaman dramın ağır bastığını görüyoruz.

Kamer Yılmaz Dünyada dizilere çok daha farklı yaklaşılıyor; çok uzun zamandır 20-25 dakika gibi sürelerle yayınlanan diziler var. Türkiye’de üretilen içeriğin bu yönde bir evrim geçirmesi söz konusu olur mu?
Tankut Karahan Onun yapılabilmesi için gerçekten sektördeki değerin 4,5-5 milyar dolarlara gelebiliyor olması lazım. Aksi takdirde biz, bütün ana kanallar bir dizi yayını ya da bir dizi artı bir film yayını ile kendimizi döndürmek zorundayız. Halbuki Amerika’ya bakıyoruz saat 8’de primetime başladığı zaman hatta zaman zaman 7.30’da 4 tane komedi arka arkaya, üstüne bir gece programı gibi acayip bir akış var. Ve kanal sayısını düşündüğümüz zaman ki sadece ana kanallardan bahsetmiyorum onun dışındakileri de düşünürsek, acayip bir content var. Altın çağını yaşıyor content. Dolayısıyla bizim oraya evrilebilmemiz için çok daha farklı bir değer noktasına taşınması lazım, yoksa iş çok zor.

Kamer Yılmaz Amerika’da content’in altın çağını yaşadığından bahsettiniz. Hatta oradaki dizilere bakıyoruz evet; 20 dk ama 8 sezon devam etmiş hatta seneler sonra da izlenmeye devam ediliyor. Peki bizim bunu yapamıyor olmamızın nedeni ne olabilir; sadece bu ekonomik çarkın dönememesi mi?
Tankut Karahan Teve2 örneğinden yola çıkarsak eğer; catch up diye bir şey var. Bu iki türlü işleyebilir. Birinci mantık: İki tane kanalınız vardır, biri diğerinin klonudur ki benim daha önce bulunduğum bunun bir örneğiydi. 2 saat gecikmeyle bir sonraki kanal, bir önceki kanalın işlerini yayınlar. Ya da bu aralık 1 gün olabilir 2 gün olabilir. Bir de Nickelodeon’ın NickatNight diye başlattığı daha yetişkinlere yönelik yanılmıyorsam da gece 11’den sabah 5’e kadar yayınladığı 10-15 yıl öncesinin programlarıyla başlattığı bir yöntem var. Geçmişte çok başarılı olmuş dizilerin, bir süre sonra herkesin unuttuğu bir anda ortaya çıkması. Mesela; Teve2’de en başarılı işimiz ne diye baktığımızda; Kanıt ve Doktorlar çıkıyor karşımıza. Demek ki insanların iyi content’i tüketme alışkanlığı var. Yeter ki iyi content olsun ve duyurulsun. Çünkü ne olursa olsun insanlar sevdikleri şeylere zaman ayırabiliyorlar. Biz de buna istinaden prototipimizi bu şekilde dizayn etmeye çalışıyoruz.

Kamer Yılmaz Güzel gelişmeler ve umut vaat eden hedefler olsa da ülke ve hatta dünya olarak özellikle son zamanlarda sıklıkla belirsiz dönemler yaşıyoruz (siyasi belirsizlikler, terör olayları, doğal afetler gibi). Bu tip durumlar yaşanılan günü ve hedefleri nasıl etkiliyor?
Tankut Karahan Biz çok fazla reaksiyon veriyoruz. Türkiye gibi bir ülke için ters bir şey bu. Mesela Kanada’da çok ciddi bir afet vs yaşansa reklam durmaz. Durduramazsınız, reklamı durdurma butonu diye bir şey yok. Burada ise her şey anlık. Her an her şey durabilir noktasındayız. “Doğru ne?” derseniz: Bizim açımızdan bu ikisinin arasında bir yerde, doğru. 3 gün reklamın olmadığı zamanlar yaşıyoruz. Günü kaçırdığımız için ve bunu geriye alamadığımız için mesela o sene medyada birtakım eleman çıkarmalar yaşanıyor. Tamamen sebebi bu. Bu kadar reaksiyondan nasıl kaçınmalıyız, reklamın ayıp olmadığını, insanların haber alma özgürlüğünün olduğunu ve bu haberlere ve içeriğe ulaşmaları için reklamı izlemeleri gerektiğinin bir eğitimi olması gerekir. Bu, korkunç bir şey değil; ama reklamın fazla fazla çiçekler böcekler halinde ve çok çok yayınlansın istiyorsan, bundan imtina edilebilir. Onun dışında bu tip durumlarda izlenme oranları da artıyor, çünkü hedef kitle daha fazla ekran başında oluyor.

Kamer Yılmaz Aslında bütün bunlar için radikal önlemler alınıp, harekete geçilebilinir. Sizin bu konudaki öneriniz nedir?
Tankut Karahan Reklamveren, reklam ajansı, bütün yayıncı kuruluşlar, dernekler, biz aslında bir avuç insanız. Biz bizim sektörümüzü çok büyük görüyoruz ama aslında o kadar büyük değil. Bir araya gelmenin gerçekten de çok zor olmadığını düşünüyorum. Bir araya gelindiğinde tartışılması gereken konuların konuşulması gerek. Bu tip örnekler Fransa’da, Amerika’da yapılmış. Bir yerlere gidilmiş, bir hafta boyunca çarpışılmış, savaşılmış, eteklerdeki tüm taşlar dökülmüş. Ama oradan birtakım sonuçlarla çıkılmış. Ve o sonuçlar sektörün faydası için ortaya çıkmış. Bu sektör önemli bir sektör. Bu sektörü utanarak sıkılarak anlatmamamız lazım. Çocuklarımıza aman reklamcı olmayın değil, reklamcılık süper diyebilmemiz lazım. Kaldı ki bu teknolojiyle, big data’nın yanına contentin ve yaratıcılığın eklendiği bir sektörden bahsediyoruz. Ben müthiş bir şey yaşayacağımıza inanıyorum. Bundan sonrası ancak daha iyi olmalı, daha kötü olmamalı. Ve bütün dünyaya da örnek olabilecek pratik zekaya sahibiz ama yeter ki bir araya gelebilelim.

Bu röportaj ilk olarak Campaign Türkiye Ağustos 2017 sayısında yayımlandı.