artwork

Etkileşim çağında sosyal marka olmak

7 yıl önce

0

3kişilerloop Ajans Başkanı Argün Albayrak’a göre, hızla değişen ve gelişen dünyada reklam sektörünün yeni bir manifestoya ihtiyacı var.

Doksanlı yıllarda ilk özel radyonun kuruluşunda aktif rol alan ve özel medya sektörünün emekleme döneminde yaptığı katkılarla iletişim dünyasında önemli bir yer edinen Argün Albayrak, Klan’da başlayıp Güzel Sanatlar, Lowe gibi Türkiye’nin önde gelen ajanslarına ve oradan da kendi ajansı 3kişilerloop’a uzanan 30 yıllık kariyerinde birçok başarılı işe imza attı.

Bilkent Üniversitesi’nde aldığı Grafik Tasarım eğitimi sırasında Adnan Turani, Mustafa Ayaz, Mürşide İçmeli gibi hocaların disiplinini görme fırsatı yakalayan ve  bunun eşsiz kıymetini anlatan Albayrak’a günümüzdeki reklam ekolünü ve bunun eskiye göre neleri nasıl değiştirdiğini sorduk. Elbette ki konuştuklarımız bununla sınırlı kalmadı. Bir döngü şeklinde sürekli birbirini etkileyen toplum ve reklamın günümüzde nasıl bir değişim yaşadığını, sosyal bir marka olmak adına özgün marka kimliğine dayalı sürdürülebilirliğin önemini ve yeni bir reklamcılık manifestosunun gerekliliğini konuştuk.

Seda Büktel: Şu anda çok fazla okul olduğunu düşününce şu anki ekolü nasıl değerlendiriyorsunuz? Buralarda yetişen insanlar nasıl bir dönüşüm geçiriyorlar?

Argün Albayrak: Bilhassa 80’den sonra 90’ların sonuna kadar olan dönem bir kere Türkiye’nin kendi markalarını üretme dönemi. Fabrikalar açılırdı, hizmetler çeşitlenirdi ve iş adamları kendi markalarını yaparlardı. Kendi mağaza zincirlerini kurarlardı. Ciddi bir girişimcilik motivasyonu vardı. Boyner Grubu’nun girişimleri buna iyi bir örnektir. 2000’li yıllara geldiğimiz zaman, bilhassa network ajanslarında iş üretmeye çalışan insanların global markalardan dolayı ellerinin kollarının biraz bağlı olduğunu biliyorum. O kısıtlar içinden bu memlekete ve insanımıza  özgü birtakım kavramlar çıkartıp yükseltmek çok çok zor. Dolayısıyla onların da işlerinde tatmin olması için kendilerinin fikirlerini ortaya koyabilecekleri bir şeyler lazım. Ben 25-30 yıllık deneyimdeyim, hatta daha da duayenlerini koyun, bir network ajansında hemen herkesin önünde “Global marka kimliklerinin kısıtlamaları” vardır. “Ne yapmayı düşünüyorsun” yoktur… Dolayısıyla onları böyle ölçtüğün zaman suçlayamazsın aslında. Kendilerini ifade edebilecekleri bir yol ya çok az var ya da hiç yok. En basitinden bir Kristal Elma örneğinde çok net bir şey vardır. Başvurudan 2 ay önce bütün ajanslar bazı küçük markaların kapısını çalar ve “Size bir ilan hazırladık, parasını da biz ödüyoruz lütfen yayınlayalım. Yarışmaya sokacağız” der. Bu, ajansın kendi kendisinin, yaratıcılarının veya müşteri yönetiminin, stratejistlerin kendilerini gerçekleştirmeleri adına haklı bir arayıştır aslında. Kendilerine ait bir şey arıyor insanlar ve bunda çok haklılar. Üretimin olmadığı bir yerde insanların kendi kişiliklerini, mesleki bilgilerini ve nereye kadar gidebileceklerini tartmak çok zor.

Seda Büktel: Geçen yıl reklam ödülleri konusunda yaptığımız roundtable’da da konuşulan “Yarışmalarda gördüğümüz işlerle gerçek hayatta gördüğümüz reklamlar bir değil” konusunun size göre bir sebebi de bu yani?
Argün Albayrak: Mesela Stevie biraz daha mesleki bir ödüldür. Yani başarı ve sonuçlarına odaklıdır. Ama çok merak ediyorum; Cannes’da ödül alan sosyal sorumluluk projeleri toplum hayatına ne kadar yansıyan projelerdir? Bizce; reklam ve toplumla medya arasındaki etkileşimi yüceltecek yepyeni bir manifesto noktası tartışılmalı. Reklam o kadar güzel bir dünya ki, her masaya oturuyorsun. Bir gün rüzgar gülleri üreten bir devle de konuşuyorsun, 13.30’da çikolata firmasına da yetişmen gerekiyor. Hayatın onların sana aktardığı bilgiyle doluyor. Bu ister istemez sosyo-kültürel düzeyinde bir ayrıcalık sağlıyor. Hep “Reklamcılar egoludur” diyorlar ya, bunun nedenlerini bir araştırmak lazım. Bu çok bilgi ister istemez çok düşünce ve çok açlığa yol açar ve dolayısıyla sen de bunu yaptığın meslek için yoğurmak ve güzel bir şey çıkarmak istersin. Ve bunun toplum için “yararlı ve pozitif” bir bakış açısına sahip olmasını dilersin.

Seda Büktel: Sizin de bahsettiğiniz gibi reklam ödüllerinde toplum yararına yapılan işlerin çok fazla ilgi çektiğini görüyoruz. Bunun bu kadar öne çıkması nasıl bir dönüşümün eseri sizce?
Argün Albayrak: Dünya Sağlık örgütü, sanırım 90’ların ortasında bir bildiri yayınladı ve bu bildiride çok somut bir şey söylüyordu: “Şehirli yaşam ‘bir’ doğururken,  kırsal yaşam 10 doğuruyor.” Bu da, 2000’li yıllara gelindiğinde tüm sosyokültürel düzenin tersine dönmesi demek. Bu olduğu zaman bir kere düşünce değişiyor. Düşünce değiştiği zaman o düşünceye adapte olan birtakım şeyler yapmanız gerekiyor. Ama reklam iletişimi şehirli sosyokültürel yaşama dönük yapılan bir şeydir. Siz hiç C’nin altında birini hedef kitle olarak gördünüz mü? Görmedik. C bence ne demek? Üretiyor, düşünüyor, şehirli ve kendi sosyokültürel düzeyini sağlam bir görünürlükte tutmak ve hatta yükseltmek için de iyi ve bilinçli tüketim yapmak istiyor. Dengesizleşen nüfusun iletişim hayatına 2000’lerden sonra bir de sosyal medya eklendi. Artık sen İngiltere’deki çocuğun ayakkabısını giymek istiyorsun. Yeni çocuklarımız aileleri gibi de değiller. Onlar bambaşka gözlerle dünyayı gören ve hayalleri farklılaşan insanlar. Bilgileri olduğu için de şehirlere gelmek istiyorlar. Sonra şehirler n’oluyor? Şöyle bir örnek sanırım yanlış olmaz: İstanbul’u çamaşır makinesi gibi düşünün. Biz onun içine pamuklu, sentetik, renkli hepsini attık ve dönüyor. Ve makinenin kapasitesinin 4 katı kadar da çok koyduk. Ne olur? Makine ya çalışmaz patlar, çalışırsa da oradan çıkanlar mahvolur. E dolayısıyla sektörde kara bulutların oluşmasının en temel sebeplerinden biri bu. Bu bir eleştiri değil – gettolaşma dediğimiz şey de sadece insan değil, daha çok yaşam biçimlerinin şehirlerin sosyokültürel düzenine girmesi ve yaşam biçimlerini buraya taşımaları konusu. Şehrin her şeyi bir anda çorba oluyor. 90’lı yılları hatırlayalım. Bizim çok düzenli şehirli yaşam takvimlerimiz vardı, açıkhava konserlerinde yer bulamazdık. Bienaller ağzına kadar doluydu. Bu manik depresif ortam içinde bunlar da etkinliğini yitirdi. Bir de insan büyür. İnsan büyüdükçe de – Maslow’un prensiplerinde olduğu gibi – kendini gerçekleştirme yolunda yukarı doğru ilerlemek istiyor. Bu noktada insanlar kendilerini nasıl gerçekleştirecekleri çabası içinde: Yoga yapar, sahil kasabası der, yeni birtakım alışkanlıklar edinmeye çalışır ama bu dönemde de kötü bir şey daha olur; reklama olan güvensizlikle büyümüş olur. Ve senin en tepede, parasını en iyi yöneten, tüketimi en iyi bilen kitlen bu itimatsızlıktan dolayı daha bir organik olmak ister. “Aman reklam mı” der. Çünkü reklamın farklı bir tarifi vardır: O aslında bizim şehirli yaşam içindeki iletişimimizi ve takvimimizi belirleyen başlı başına bir konudur.

Seda Büktel: Reklam bizi ikna ediyor, bir tüketim toplumu oluşturuyor, tektipleştiriyor. Düşününce fark ediyoruz ki aslında ihtiyacımız olmayan bir şeyi bile almak istiyoruz. Bu açıdan reklamcılık dediğimiz şey gerçekten bir toplumu kurtarabilir, eğitebilir mi?
Argün Albayrak: Reklamın şehirli sosyokültürel yaşamın en önemli iletişim aracı olduğunu söylemiştim. Senin takvimin, alışkanlıkların ve bilgi düzeyin için trafik ışığı gibi aslında reklam. Ama biz reklamı hep bir iletim aracı olarak kullandık. Yukarıdan dikte eden birtakım şeyler vardı. İletişim noktasına tam manasıyla geçemedik. Bu noktada da çok güzel bir aurası var. İnsanla beraber nefes alıp veren markalar, yani sosyal markalar. Sosyal marka prensibi dediğin şey sosyal sorumluluğu tetikler. Hele şehir bu kadar manik depresif hale gelmişken, her şey toplumun gözü önünde ve sen duyarsız kalamıyorsun. Bu harikadır. Markayı, insanla birleştirir. Duyarsız kaldığın zaman toplum markayı iyice itmeye başlar. İnsanların içinde olduğu bir trend, senin de bir parçan olmalı. İletişim adına şu örneği seve seve veririm: Yıl içinde bir kedi-köpek maması markası Anneler Günü reklam filmi çekti. İlk önce hep düşünceli, sorgulayan, üzülen annelerin yüzlerini gösterdiler ve sonra içten birer gülümseme gördük. O anda kamerayı bir çevirdiler, aslında ortalığı dağıtan kedi köpekleri içinmiş o mimikler. Ve sonunda dedi ki; Anneler Gününüz kutlu olsun… İşte bu bir iletişim, bir sosyal marka duruşu. Bunun çok çeşitlenmesi gerekiyor.

Seda Büktel: Peki bu bir marka için ne kadar inandırıcı olabilir? Biliyorsunuz ki o marka size bir şeyler satmaya çalışıyor ama bir yandan da çok başarılı iletişim yapıyorsunuz. Yine de bir inandırıcılık problemi yaşıyorsunuz. Bu ne kadar sürdürülebilir olur. Marka için buradaki kilit nokta nedir?
Argün Albayrak: Siz söylediniz, sürdürülebilir olmak. Yani bu sürdürülebilirlik çok güçlü bir kavram… Aslında ‘var olmanın’ kuralı ama bizde yok. Şu ana kadar Türkiye’nin bazı önemli markaları bırakın sosyal marka prensibiyle birtakım sorumluluk projeleri geliştirmeyi, kendi isimlerini bile değiştirdiler. Mesela artık sadece yabancı bankalarla muhatabız. Bizim devlerimizin çoğu artık uluslararası. Ben sürdürülebilir bir şey göremiyorum. O yüzden ‘Kurukahveci Mehmet Efendi’yi çok severim… Ama her şey teker teker  domino taşı gibi devriliyor. Türkiye’ye harika şeyler armağan etmiş projeler var. 90’ların ortalarında bir eğitim vakfı bir kampanya yapardı ya da yardımlarla-eğitimle ilgili bir şey yapılırdı; tüm FMCG markalarının üretim bantları değişirdi neredeyse. Her marka ürün paketlerinin üzerine sticker’ını yapıştırırdı. O sticker’ı deterjanda da, tuvalet kağıdında da, çikolatada da görürdün. Bunlar samimi ve toplumun kalbine işleyen hareketlerdi. Bireysel davranış değildi, toplumsal davranıştı. Bunları tek bir kurum içinde görmüyorduk biz, toplu bir marka-toplum hareket görüyorduk. Toplu hareketin içine sen de kendini dahil etmek istiyorsun bir şekilde. Baba Beni Okula Gönder gibi bir kampanyanın şu an neler yaptığını bilmiyor oluşumuz çok üzücü bir şey çünkü ilk dönemdeki o kızlar büyüdüler ve şimdi çok büyük şirketlerdeler. Onların mutluluğunu düşünebiliyor musunuz? Ve onların böyle bir şeye sahip olmaktan dolayı geleceğe karşı bir umutları olmalı. Öyle bir umutları var mı? O umudu kimle gerçekleştirecek? Yabancı bir markayla mı? Çok zor. Çünkü Türkiye yabancı markalar için, maalesef, nüfusu bol bir üçüncü dünya pazarı. Bu kadar. Dolayısıyla bu pazarda sosyal sorumluluk yapayım gibi bir sıkıntısı olan çok az marka var. Ama yapanlar da var!

Seda Büktel: Reklamın uğradığı erozyondan bahsedecek olursak, orada gördüğünüz aşınma da tüm bu anlattıklarınız oluyor sanırım.
Argün Albayrak: Bunlar var ama bizim bahsettiğimiz segmentteki insanların davranışları da değişti. 1985 yılında yazılmış kitapta şöyle diyor: “Türk insanının köklerinde çok önemli iki tane psikolojik davranıştan bahsediyor. Biri kifayetsizlik, diğeri de itimatsızlık. Bu o kadar önemli ki. 85-95 döneminde üniversitede olanlar, yani bu kitaptaki dönemin üniversite öğrencileri, bugün iş dünyasındaki ciddi yöneticiler düzeyinde. Ve onlarla ilgili yapılan bir araştırmadan çıkan bir sonuç var: “Ya bırak sen Türkiye’yi bilmiyorsun, bu ülkeden bir şey olmaz” diye büyüyen bir jenerasyonun temsilcileriydi. Tabii ki hepsi değil, öyle bir genellemeye girilmez ama o işe bakış ve hedefler de değişti artık. Örneğin durmadan projeler yaratıyoruz, sunuyoruz ama o projelerin hepsinin arkasına şunu eklemekten açıkçası biraz yorulduk: “Bunu yaparsanız, takibinde satışa da şöyle dönüştürürsünüz” cümlesi sosyal marka ve sorumluluğunun ruhuna aykırı. O senin rasyonel kişiliğinle duygusal kişiliğin arasındaki bütünleyici denge. Yani çok farklı iki şey. Bütçe kalemleri adına da bunlar çok farklı şeyler. Bu davranışlar değiştiği için, aşırı nüfuslanmış bir yaşam; doğru tüketim ve markalarla birlikte yoğrulacak bir toplum var. Onlar aslında markalarıyla birlikte güven ve rahatlık içinde yaşarken şimdi güvensiz ve rahatsızlar. Ve bilgiyle doldular. Bilgiyle doldukları için de ister istemez bu güvensizlik markalara, satın alma davranışlarının önceliklerine ilerliyor. Örnek vereyim; çok basit bir şey yaparız biz. 3 000 TL kazanıyorum ben. İstanbul’dayım. Bir yaşamsal önceliğim var. Hadi diyelim ki ev aileden kaldı. Senin yaşamsal ihtiyacın minimum 2 000 TL’yi bulur. Eğer bir çocuğun da varsa onun okul masraflarıyla birlikte bu zaten 4 000 TL olur da hadi diyelim devlet okulunda, 2 500 TL oldu bu. Kaldı sana 500 TL. Markaların yoğun reklam iletişimi işte bu 500 TL’ye oynuyor. Yaşamsal ihtiyaçlar zaten belli. Ekmeğini, zorunlu giderlerini, hizmetleri alacaksın. E geriye 500 TL para kaldı. Bu 500 TL’yi kaç marka paylaşıyor? Örneğin kadınlar harikadır. Bir anne markete giriyor, iki tane tuvalet kağıdı var. İkisi de iyi marka. Biri 11 TL, biri 16 TL. İkisi de 8 adet, üç katlı, hatta parfümlü. Annenin dediği şey şu: “11 liralığı alıyorum çünkü üste kalan 5 lirayla çocuklarıma 2 tane gofret alabilirim.” Bitti… Sen, bunu düşünen bir kadına reklam yoluyla hiçbir şey diyemezsin. Ancak sürdürülebilir olacaksın, hayatına duygusal ve rasyonel bir artı ekleyeceksin. Eskiden bir tane tuvalet kağıdına 250 gr deterjan bağlarlardı. Buna promosyon derdik. Hayır ya! Sen o kadına o an artı değer sağlıyorsun aslında… Bu gözlükle bakmayı biz sürdüremedik çünkü reklam adına düşünce sistemlerimizin de çok şükür(!) Biraz fazla değişik hemen her şey ithal olduğu için buradaki davranışlara yönelik bir sonuç çok zor çıkıyor.

Seda Büktel: Aslında sadakat programları da bu doğrultuda ilerleyen çalışmalar değil mi? Ondan yaptığınız alışverişe farklı bir değerle dönüş yapıyor.Bankalar diyor mesela, sen bana vaktini ayırdın ben sana bunu sosyal bir aktiviteyle geri vereceğim.

Argün Albayrak: Her marka aidiyet duygusu, sadakati sağlamak zorunda tabii ki kendisi için. Paylaşmak istediğim bambaşka bir şey. Marka fiyatını artırmaya ve ürün maliyetini de  biraz daha ucuzlaştırmak için ne yapabilirime baktığı sürece bu iş olmaz. Fiyatını artırınca, niteliğin artarsa sen başarılısındır. Biz bir bıçaktan mutluyken şimdi 5 bıçak olduk. 2’si bir aradayken 3’ü bir arada olduk. Akıllı moleküllerden artık telepatik moleküllere mi geçeceğiz. Yani ürün gelişimi salt söylemlerden ziyade bambaşka bir yeniliğe dönüşmeli. Parfümlü tuvalet kağıdı buna bir örnektir. Aman canım tuvalet kağıdı dediğin şeyin hoş kokması demeyelim. O, senin evin için bir artıdır. Reklamın da yüklenmesi gereken, artı değer vermesi gereken dediğim şeyler bunlar. İnsanlara bunu hissettirmemiz ve bu yolla ikna etmemiz  gerekiyor. Yani kedi-köpek sahibi bir kadına anne diyebilmek çok çok güzel bir şey.

Seda Büktel: Dijital dönüşümle birlikte iletişim dediğimiz şey de aslında karşılığını buldu. Markalar bir şey yaptığında insanlar bunlara “sosyal medyadan” karşılık verebiliyor. Bunun dışında yapay zeka var, influencer marketing var. Tüm bu kavramlar sektördeki işgücünü, yetenek havuzunun özelliklerini nasıl değiştirecek?
Argün Albayrak: Rahmetli büyük babam, “Büyük değişimler kan dökmeden olmaz” demişti. O lafı nedense hiçbir zaman unutmadım. Ama ben birçok sosyal medya ve dijital terimden daha önce şu an senin benim gibi insanların bu RSS içinde nasıl yaşadığının sonucuyla ilgileniyorum: Birbirine küfreden, aynı genel geçer içerikleri RSS olarak durmadan paylaşan, marka karalamalarının ayyuka çıktığı, siyaseten milletin durmadan birbiriyle çatıştığı bir ortam burası. Dolayısıyla burada ilk önce bu sonucu iyi görmek gerekiyor. Türkiye hala televizyondur. Dijitale inanmak için de, ben kendi hayatımın provasından söyleyeyim istiyorsanız; “Orası bana ait, ben buradan kendimi ve çevresel yaşamımı yönetiyorum. Orada markaların işi yok” diyebilirim. İstemeyebilirim. Hatta istemem de…

Bugün sen çok ciddi bir haber okurken tam haberin yarısında bir banner seni kesiyorsa ve sen kafanı refleks olarak çeviriyorsan artık hiçbir dijital yönetim veya farklı reklam tarzlarının önemi kalmıyor çünkü insanların hayatları hakikaten çok sade. Belki markayı anlamak, alışveriş yapmak istiyorum ama siz buna müsaade ediyor musunuz? Hayır… İlgilensem de ‘yöntem bu değil’ bence. Bugün bir markanın organik takipçi sayısı eğer satın aldığı takipçi sayısının 1/10’iyse, orada neyin etkinliğini ölçeceğiz, nasıl bir strateji oluşturacağız? Dolayısıyla markaların birçok şeyi yapmadan önce bakması gereken şey: “Sosyal medya ve dijital iletişimin diğer enstrümanları ile kurguladığım şey beni sene sonu hedefime ne kadar ulaştırıyor?”

Biliyorum markalar bunları yapıyorlar da, Kristal Elma konusu gibi bu konu. Yani orası şu an en renkli yer. Yaratıcılar da burada yaratıcılıklarını farklı şekillerde göstermek istiyorlar bu da çok doğru ama ben hala etkinliğini tartışıyorum. Bugün Türkiye’de 28 milyona yaklaştı diyorlar Facebook kullanıcısı. 80 milyonun %30’u mu yapıyor bu? Çok büyük bir rakam. Yani %30’luk bir rakam ki bunlar da en azından bilgisayarı, mobili kullanmayı bilen insanlar olarak baktığınızda ne beklersin? Bir tüketim olgunluğu ve doygunluğu beklersin. İnsanlarda acaba bu var mı? İnsanların gözünde apayrı bir yeri olan bir teknoloji markası ki şu an Türkiye’de biliyorsunuz harika mağazalar yaptı. İnsanlar bu mağazalara giriyor, o teknolojileri görmeyi çok istiyor. Giriyoruz mağazaya, bir dizüstü bilgisayar var 4 000 TL, bir de telefon var, yine 4 000 TL. Telefonun etrafında 40 kişi var. Ama senin bir çok şey yapabileceğin, kendini gerçekleştirme yolunda birçok şey yapabileceğin dizüstü bilgisayarın etrafında 2 kişi yok. Neyi anlatıyoruz birbirimize? Ve zaten sen o 4 000 TL’yi ödeyemezsin ki… Az önceki hesapla hiç ödeyemezsin. Biraz gerçekçi olalım.

Seda Büktel: Siz bir de reklam manifestosundan bahsettiniz. Şimdiye kadar bu manifesto nasıldı? Şimdiden sonra nasıl olur?
Argün Albayrak: Benim “Etiketin Arka Yüzü”nde de anlatmaya çalıştığım tek ana başlık şu: Burası üreten bir toplum değil. Tüketen bir toplum. Tüketen toplumun sacayaklarının sağlam olması için sizin – toplumsal seferberlik gibi düşünün – yaptığınız her reklamda o sosyal marka prensibi içinde insanları koruyup, kollayıp yücelten ve geliştiren bir duruşunuz olması gerekiyor. Siz bu toplumu ileri götürmek sorumluluğunda olmalısız. Reklamcılık her zaman hedef kitlelerine yüklendi. Web’in de gelişmesiyle artık iletişim de değil etkileşim dönemi. Artık insanlar birtakım dijital aksesuvarlar içinde yaşar hale geldi ve bilgi düzeyi yükseldi. E bu karşılıklı sorumluluk çünkü artık çok yönlü ve bilgili insanlarla iç içesiniz. Bu karşılıklı sorumluluğu içeren bir manifesto gerekiyor. Bu konular çok sosyolojik ve derin. Öyle 20 yıl deneyimi olan bir reklamcının oluşturableceği bir şey değil. Bizim sektörün bir iletişim-etkileşim kongresine ve bunun bir sonuç bildirgesine ihtiyacı var. O sonuç bildirgesi bizim medyamızın da, ajanslarımızın da, bu sektöre hizmet eden bütün erklerin de altına imza koyacağı bir şey olmalı. Son derece özgürlükçü ama birtakım prensipler gerekiyor.

Çok kozmopolit bir toplumda yaşıyoruz biz. Hala Alevi, Sünni, Türk, Kürt, Ermeni, Çerkez… 80 milyon için burası “evimiz” ise, burada  insanların mutlu olmasını, mutlu olup üretmesini, üretip tüketmesini ve böylelikle bütün markaların da yaptığı etkileşimin sağlıklı olmasını istiyorsan bir düzenlemeye ihtiyacın var. Bu konuda bazı adımlar atıldı. Ama duyup heyecanlanıyorsun sonra nefessizleşiyor. Ders koyulmuştu bir ara medya okur yazarlığı diye. Ne kadar hoş bir şey. Koyulma sebebini de güzel konumlandırmışlar. Aynı bu konuştuklarımız gibi. Medyayı nasıl kullanacaksın, ne anlayacaksın, nasıl yorumlayacaksın bunların hepsini muhtemelen çok daha büyük bir içerikle sunuyor. Ve bunu söyleyeli neredeyse 10 yıl oldu. Sizin hayatınıza sirayet ettiğini gördünüz mü? Ben görmedim. Reklam ajanslarının bu konuyu sahiplendiğini gördük mü? Görmedik. Medya daha da güçlü, sahiplendiler mi? Onu da bilmiyorum.

Son olarak tüm bu konuştuklarımızın insanı ve tüketimi ve dolayısıyla bizim sektörümüzü nasıl etkilediği üzerine iki kelam etmek isterim. O da şu: Öyle bir gündemler trafiği içindeyiz ki, gündem olmazsa gündem yaratma trafiği içindeyiz ki bir günümüz bir günümüzü tutmuyor. Diyelim ki bu ortamda, reklam ve iletişimi iyi bilen bir marka reklam yapıyor. Sadece yapımına 500 bin dolar, 2 milyon dolar para veriyor. Yatırıma bakar mısınız. İçine medyayı da eklediğiniz zaman inanılmaz bir şey. Bir kampanya dönemi nedir? Taş ortasından yarılsın 2-3 hafta. 6-7 milyon dolarlardan bahsediyoruz. Kanallar da bellidir zaten, reytingi yüksek 3 tane kanal vardır. E orada her gün hayatını kaybedenlerle, savaşan dünyayla uğraşıyoruz. Hayvanlara tecavüz ediliyor, arabasını insanların üstüne sürüyor, cinsiyetçi çok çirkin şeyler oluyor. Ben bu duygu düşünceler içindeyken senin o çektiğin muhteşem reklam benim hafızamda sizce ne kadar süre kalır? Hadi diyelim kaldı, beni satın almaya nasıl yönlendirir? Çok çok zor… Hatta İmkan yok. Dolayısıyla kara bulutlar da üstümüzden eksik olmuyor. Artık hayata pozitif değer katmamız lazım çünkü hepimiz birbirimizle çok yönlü bir alışveriş içindeyiz.

Bu yazı ilk olarak Campaign Türkiye Eylül 2017 sayısında yayımlandı.